Geçtiğimiz hafta Köln sokaklarında gezerken hep bunu düşündüm. “Mutlu bir toplum olmuşuz, ne güzel!” diyebilmeyi ve bunu benliğime sindirmeyi yürekten arzuladım, ama beceremedim. Dükkânları ya da kafeleri dolduranlara, trenlerde yolculuk yapanlara, sokaklarda hızlı adımlarla iş yerlerine gidenlere baktım. Bu insanların da bin bir derdi olduğu muhakkaktı, ancak her biri huzurlu ve kendisi ile barışık görünüyordu.
Hayatta üç tane yalandan söz edilir. Beyaz yalanlar vardır. O anı kurtarmaya çalışan, çocuksu denebilecek, hatta belki de naif olan… Sonra, kuyruklu yalanlar vardır. Biraz daha iddialı ve sorun yaşatabilecek, sıkıntı çıkarabilecek… Bir de istatistik vardır. Neresinden çekerseniz oraya giden, nasıl okumak, nasıl yorumlamak isterseniz size kayıtsız şartsız itaat eden.
İstatistik, öğrencilik yıllarımda almak zorunda kaldığım ve ne yalan söyleyeyim, hiç de severek katılım gösteremediğim bir dersti. Değişik fikirlerde olan kişi veya grupların aynı istatistiksel sonuçlardan hareket ederek, kendilerine uygun olan çıkarımlara vardıklarına tanık olmuşsunuzdur muhakkak. Dolayısı ile “Türkiye’de bireylerin %61,20’si kendisini mutlu hissediyor” diye bir haberle karşılaşınca şaşırmadım desem yalan olmaz. Araştırma Türkiye İstatistik Kurumu tarafından 2010 yılında yapılmış ve başlığı “Yaşam Memnuniyeti Araştırması”. Çalışmada, 3.440 haneden 7.027 bireyle görüşülmüş ve kendilerine bir dizi soru yöneltilmiş ve nasıl olmuşsa bu noktaya gelinmiş. Bazılarımız belki ironik bulacaklar ancak dahası var: Aynı araştırma halkın % 72,80’nin de geleceğe umutla baktığını dile getirmiş.
Düşündüm ve panik halinde ‘mutluluk’ nedir diye araştırmaya başladım. TUİK, anketini dayandırdığı mutluluk tanımını şöyle yapmış: “Acı, keder ve ızdırabın yokluğu ve bunların yerine sevinç, neşe ve tatmin duygularının varlığı ile karakterize edilen durum, hayattan genel olarak memnun olma hali.”
Düşündüm yine soruların yönetildiği kişilerin profili ne olabilirdi diye: Örneğin bu sorular asgari ücretle ayın sonunu getirmeye çalışan dar gelirliye veya emekliye sorulmuş muydu? Ya da üniversite kapısında sınav stresi ile inim inim inleyen öğrencilere, hayatta ne yapmak istediklerinden ziyade, sınav maratonu sonucu bir şeyler olmaya zorlananlara yöneltilmiş miydi bu anket? Üniversite sonrası işsizler ordusuna katılmamak için “ne iş olursa yaparım” noktasına getirilen pırıl pırıl gençler nasıl yanıtlamışlardı soruları, kim bilir? Büyük kentlerde veya Anadolu’nun derinliklerinde yaşayanların beklentileri hangi katsayılarla işleme sokulmuştu?
Geçtiğimiz hafta Köln sokaklarında gezerken hep bunu düşündüm. “Mutlu bir toplum olmuşuz, ne güzel!” diyebilmeyi ve bunu benliğime sindirmeyi yürekten arzuladım, ama beceremedim. Dükkânları ya da kafeleri dolduranlara, trenlerde yolculuk yapanlara, sokaklarda hızlı adımlarla iş yerlerine gidenlere baktım. Bu insanların da bin bir derdi olduğu muhakkaktı, ancak her biri huzurlu ve kendisi ile barışık görünüyordu.
“Mutlu olmanın iki yolu vardır: Ya arzularınızı azaltmak ya da olanaklarınızı çoğaltmak” diyor Benjamin Franklin… Sokaklarımızın çatık kaşlı insanları yaşamlarını terazinin hangi kefesine koyuyorlar acaba? Azla yetinmeyi bilen, biat kültürü ile yoğrulmuş halkımız için şükretmek yaşamın olmazsa olmazı. Eş deyişle, “sağlıklıyız - mutluyuz” noktasına indirgenmiş bir görüş açısı söz konusu gibi duruyor. Zaten TUİK anketi mutluluğun esasını buna dayandırıyor. Oysa sağlık mutluluğun yalnızca bir ön şartı olmalı.
Bertrand Russel için durum daha karamsar ve tam da bize uygun: “İstediğiniz bazı şeylere sahip olamamak mutluluğun bir parçasıdır,” diyor. Fikrin içinde bulunan olumsuzluk veya daha doğru bir tabirle hüzün, ağız tadımıza uygun, bizi harekete geçirecek cinsten gibi duruyor.
Oysa atladığımız mutluluğun bir yaşam şekli olarak algılanması gerektiği. Yoksa halkımız tüm sıkıntılarına, yoksulluğuna, zaman zaman çaresizlik kıvamında yaşadıklarına rağmen bunu kavramış da, TUİK’in anketine, ona göre mi cevap vermiş?
Ve sözü Anatole France ile bağlayalım, yoruma yer vermeden: “En büyük mutluluk, hür düşünceli olmaktır.”