Japonlar, deprem, tsunami ve radyasyon şeytan üçgeni karşısında çok ‘tuhaf’, ‘garip’ ve ‘normal’ olmayan davranışlarda bulundular. Şaşırarak izledik olanları. ‘Tanrı öldü’ diyen Friedrich Nietzsche Japonları tanısaydı ne yapardı acaba?
Daha önceleri de söylemiştim. Hayatım boyunca hiç Uzakdoğu’ya gitmek istememişimdir. Zorunlu kimi Kore ve Çin seyahatlerim dışında başka bir Asya ülkesine de gitmedim zaten. Bir tek istisnam var o da Japonya olmuştur. Gitmedim ama çok merak ediyorum artık…
Bizler Japonya’ya hep Batılı gözünden baktığımız için belki de mesafeli olmuşuzdur. İkinci Dünya Savaşı’nın Japonlar tarafından daha da uzatılmasını engellemek için ABD’nin onbinlerce sivili öldüren atom bombalarını atmasını hep bir anlayışla karşılamayı öğütleyen tarih kitaplarıyla büyütüldük.
Japonya benim için ‘uzak’tı, yabancıydı. Kültürler iyice farklıydı. Bir gün Sofia Coppola’nın o unutulmaz filmi ‘Lost in Translation’ filmini gördüğümde ve Tokyo’nun, içinde kaybolunan devasa bir otel binasında, evli bir erkekle evli bir genç kızın tuhaf, hüzünlü ve ayrıksı aşklarını izlediğimde Tokyo’yu, Japonya’yı görmek gerektiğine inanmıştım.
Lâkin, hala gidemedim. Ben gidemedim ama vahşi doğa bize onları her birimizin evlerinin içine kadar getirmeyi bildi nitekim.
Tokyo ve bölgesindeki son deprem, tsunami ve radyasyon şeytan üçgeninin arasında kalan Japonların nasıl davrandıklarını, nasıl tepki gösterdiklerini ve nasıl da yeni koşullara uyum gösterdiklerini gördüğümde, adeta Nuh Tufanı’nı andıran felâket karşısında onları gözlemlediğimde iyice şaşırdım, tuhaflaştım. Zira yıllardır Batı ve Ortadoğu insanının ahlâki davranış normlarındaki bozukluğunu, çürümüşlüğünü hep ruhumda hissedip, çıkış yolu aramıştım, ‘n’olacak insanlığın bu haline’ diye diye…
Gelin görün ki, Japonların bu benzersiz felâket karşısında takındıkları yüce tavır şekli insanlığın geleceği adına oksijen pompaladı yüreğime.
Sular içinde kalan kasabada halkın, kendilerini taşıyacak deniz motorlarına binmek için kuyruğa girip beklemeleri sizce de ‘garip’ değil midir? Veya cep telefonlarının aşırı kullanımının iletişiminde yaratacağı aksaklığı önlemek için cebinden telefon edeceğine, sokak sokak dolaşıp ankesörlü telefonlara sarılmak bir hayli “tuhaf gelmez mi size de? Veya süpermarkette elektrikler kesilince, para ödenemeyeceği için aldıkları malları raflarına geri koymaları böylesi bir felâketi yaşayanlar adına yine ‘garip’ değil midir? Markette az sayıda kalan malzemelerin hepsini alacaklarına, başkalarına da yetmesi için sadece bir adet almaları çok mu ‘normal’ bir davranış şeklidir?
Hiç yağmalama olayları duydunuz mu bölgede?
Hiç karaborsa veya fahiş fiyatla yiyecek satışı filan duyanınız oldu mu?
Bu kadar büyük keder karşısında bağırıp çağırmamaları, ağlaşmamaları, ağıtlar yakmamaları “normal” midir?
Hiç bir ırkın, hiçbir kültürün göstermeyeceği metaneti, suküneti, soğukkanlılığı göstermeleri ne anlama gelmektedir?
Bütün bunlar, Japonların sadece kendilerini değil, ‘öteki’yi ve toplumu da düşündüklerinin kanıtıdır. Japon insanının bireyci değil, toplumcu olduğunun göstergesidir.
Bütün bu, ‘tuhaf’, ‘garip’ ve ‘normal’ olmayan davranış biçimlerinin temeli Japonlara verilen eğitimde atılmış olmalı. Eğitim sistemleri onlara, bireyciliklerini ve narsizmlerini öteki’nin, toplumun çıkarlarının gerisine koymayı telkin etmiş olmalı.
Yaşam, “Ben” ile değil, “Biz” ile yaşandığı zaman insan bencil olmuyor, Japon insanı gibi. Yaşam; gerçeğin, güzelliğin, duygunun ve amacın ta kendisidir. Japon’un inançlarında cehennem, cennet korkusu veya tehdidi yoktur. Yaşamda en iyi biçimde birlikte olmak amacı ve arzusu vardır. Evet birlikte! Ve uyum içinde!
Japon insanı bazen hüzünden, bazen de sevinçten güler. Bu nedenle mutluluk ifade eden gülümseme ile üzülmeyi belirten gülümsemeyi birbirine karıştırmak kolay olabilir.
Mutluluk ile hüznün diyalektik birlikteliğini bu denli ortak bir doğal davranışla ifade eden başka bir kültür var mıdır acaba?
Sosyal antropolog Bozkurt Güvenç, “Japon insanı ne toplumcu sosyalist, ne de bireyci kapitalisttir. Bu sistemlere özen duymayan ve topluca yaşamak isteyen bir insandır.” diyor Japonya araştırmasında.
Friedrich Nietzsche, “Tanrı öldü” derken Batı kültüründeki ahlâki değerlerin çöküşüne işaret etmişti. “Tanrı’yı biz öldürdük” dediği de buydu işte.
Batı kültürünün; insanının her türlü pozitivist ilerleme sağlamasına karşın onun ahlak değerleri noktasında önemli kara delikleri olduğunu gören ünlü filozof bu nedenle yeni bir değerler sistemi arayışına girmişti.
Nietzsche, Japonları tanısaydı ne derdi acaba?
Twitter.com/ basyazar