Holokost’u ne zaman öğrendiğimin farkında değilim. Belki hep biliyordum... Dünyadan bihaber bir şekilde Yad Vaşem’e götürülüp “A, nasıl olur ya! Neden bana kimse bir şey söylemedi” diyerek saçımı başımı yolmadım. Şaşırdım mı? Tanrı bizi terk etti, dünya tınmadı, kimse umursamadı diye yakındım mı? Bu trajedi sürekli inkâr edilecek, o yüzden hep hatırlatılmalı diye düşündüm mü?
Yukarıda sorduğum soruların tümünün cevabı net bir “hayır”. Şaşırmadım çünkü dediğim gibi, belki de hep biliyordum. Yakınmadım çünkü dünyanın gözünde Yahudiler, Tanrı’nın cezalandırdığı kavimdir; O’nun sözünden çıktık, gözümüzün önünde gerçekleşen mucizelerin hemen ardından günah işleyecek kadar kafasız, dik başlı ve isyankâr bir türüz. Ama bir şekilde cezalandırılmayı hak ettiğimizi kabul etsek bile, Tanrı’nın Yahudileri terk ederek, kaderlerini gerçekten de Nazilerin -olmayan- insafına mı bıraktığına inanmak nasıl mümkün olabilir?
Peki Holokost, Tanrı’nın Yahudilere bir cezası değilse nasıl açıklanabilir? Çağdaş bazı rabilerin yorumları bana makul geliyor. Tanrı’nın Noah’a (Nuh) bütün insanlık için verdiği Yedi Evrensel Emir’e uyulmadığında, olacakların sonu budur. Yedi Evrensel Emir’in altısı “yapmayacaksın” şeklindedir: 1) Putlara tapmayacaksın; 2) Tanrı’ya küfretmeyeceksin; 3) Cinayet işlemeyeceksin; 4) Soygun ve hırsızlık yapmayacaksın; 5) Ahlâksızlık etmeyecek, yasaklanmış cinsel ilişkilere girmeyeceksin; 6) Canlı bir hayvanın uzvunu kesip yemeyeceksin (maymunları masada canlı canlı kesip beyinlerini yiyenleri bir düşünün!). Yedinci emir “yap” şeklinde olup, diğer emirlerin uygulanışını düzene sokacak bir hukuk sisteminin kurulması yönündedir. Holokost ortamında, gerek Nazi Almanya’sının, gerekse bırakın müdahale etmek, sesini bile çıkarmayan ve kaçmaya çalışan Yahudilere kapılarını sıkı sıkıya kapatan birtakım ülkelerin yaptıkları ve yapmadıklarının sırrı, Yedi Emir’de gizlidir.
Başka bir deyişle, Tanrı’nın Sözü’nü yaşantımızdan çıkarırsak, sonuç, dünyanın neresinde olursa olsun aynıdır. Tanrı Yahudileri unutmadı. İnsanlık Tanrı’yı unuttu.
Holokost’un, tanıkları daha yaşarken inkâr edilmeye çalışılacağı aklıma hiç gelmedi açıkçası. “İnsan”dan umudumu kesmediğimden olsa gerek. Katledilen Yahudilerin sayısı altı milyon değil, (sözün gelişi) beş milyondu türünden tuhaf hesaplara girileceği de aklıma gelmedi. Ve hesap yapmaya kalkanlara şunu söylemek isterim. Değil altı milyon, altı kişi bile katledilmiş olsa ve bunlar sizin anneniz, babanız, kardeşiniz, sevdiğiniz, evlâdınız ve can arkadaşınız olsa, toplamda kaç kişi eder? Cevabı bulmanıza yardım edeyim: Bütün dünyanız eder.
Holokost beni ne zaman hasta etmeye başladı biliyor musunuz? Yad Vaşem’in Tanıklık Etmek kitabını ve ertesi yıl Holokost Hakkında Sık Sorulan Sorular kitapçığını tercüme ettikten sonra. Oysa daha önceki sergilerin kitapçıklarını da ben çevirmiş ama sıkıntılarımı daha kolay atlatmıştım. Seni en çok ne etkiledi diye soracak olursanız: Ölüm kampından sağ çıkabildikleri halde, köylerine kasabalarına döndüklerinde, evlerine el koyan komşuları tarafından öldürülen kişilerin öyküleri derim.
Hastalandım gerçekten. Genlerim isyan etti. Kalbimin ritmi bozuldu. Beynimle midem arasındaki iletişim koptu. Midem kendini beyin zannetmeye başlayıp, yukarıya yanlış mesajlar göndermeye koyulmuş (bir prof öyle buyurdu; mideye zaten “mini-brain” diyorlarmış). Anoreksik olmak öyle kolaymış ki... Yemek yeme fikri bile midemi bulandırıyordu. Bir rüyamı yorumlayan kabalacıya göre, Holokost’ta ölen birinin ruhunu taşıyor olabilirmişim. Doğru, yanlış bilemem. Ancak empati yapma gücüm bazen aşırıya kaçıyor.
Bu yazıyı neden yazıyorum? Hitler’i övmekten ve Yahudileri fırına atmayı istemekten hiç vazgeçmeyenler var bu dünyada. Modacısından şarkıcısına, medyacısından siyasetçisine... Her kötülüğün kaynağı Yahudilermiş. Yok edilmeleri gerekiyormuş. Fırına atılmalıymışlar. Hitler haklıymış... mış... mış... Yahu, bir kişi kedisini mikrodalga fırına atmaktan söz etse, başta hayvan severler olmak üzere, dünya ayaklanır.
“Hu, kardeş! Yirminci yüzyıla takılıp kalmayın! Biraz yaratıcı olun.” Şahane Engizisyon örneği var, Auto da Fé, Torquemada filân... Gözünü sevdiğim İspanya ve Portekiz’de fırın yoktu ama sıcacık odun ateşleri vardı. Güney Amerika’ya kadar götürdüler güzelim geleneklerini. Hepsi bu mu? Büyük Britanya, Ukrayna... anya, onya, velhasıl “ya” ile biten ne kadar ülke varsa, biraz onları öğrenin canım!
Kutsal olan nesi varsa yakılmış bir halkın miras yükünü taşımak, inanın çok ağır. Vahşetin artık geçmişte kaldığını ve (hepimizin) insan olduğumuzu sonunda hatırlayacağımız umudunu beslemek saflık mı? Birileri yanıldığımı söylesin, ne olur.