Ralf Arditti
Geçenlerde Rekabet Kurumu, yazarınızı Ankara’ya davet etti. Kalktım, gittim. İşim veya şirketin sorgulanmasıyla ilgili değildi. Hoş, bu aralar bir hayli üst düzey bankacıyı ve ithal taşıt aracı distribütörlerini de çağırdıkları için insan ister istemez hafif bir tedirginliğe kapılmıyor değil. Devlet buyrun derse, gitmeye mecbursun!
Rekabet Kurumu uzmanları, gıda perakendeciliği sektörüne getirmeyi düşündükleri bazı yeni önerilerle ilgili görüş almak istemişlerdi. İlke olarak perakende sektöründeki birleşmeleri ve üretici – perakendeci satınalma anlaşmalarını daha yakından takip etmek istiyorlar. Aksi takdirde sektöre yakın bazı siyasetçilerin baskısıyla çok daha sıkı kontrol mekanizmaları içeren bir yasa tasarısının Meclis’e sunulmasından endişe ediyorlar.
Örnek olarak yeni kurulacak alışveriş merkezleri izinlerinin Ankara’dan verilmesi veya zincir marketlerinin açılış ve kapanış saatlerinin merkezden yönetilmesi gibi. Rekabet Kurumu’nun yaklaşımı ise bu işlerin yasalarla cendereye alınması yerine ”rekabetin sağlıklı çalışması için gereken piyasa çerçevesinin’’ oluşması.
Benim yaklaşımım ise devletin (Rekabet Kurumu) çok daha az müdaheleci olması ve piyasanın ’kazanan ve kaybedenler’i kendisinin ayrıştırması. Fakat rekabet uzmanlarının stratejilerini anlıyorum. ’Ehven-i şer’ (kötülerin arasından en iyisi) misali ekonominin bir şekilde denetime tabi tutularak yasa koyucunun çok daha radikal tedbirler almasına gerek olmadan düzenlemek. Bu tarz kanunlar genellikle ekonomiyi dar pabuca sokan, yeniliklerin ve icatların önünü tıkıyan kapsam oluşturuyor.
Hangisi daha iyi? Tam serbestlik mi, komple kuralcılık mı, yoksa hafif düzenlemelerle ortamı belirlemek mi?
Kendi yaşamlarımıza eğilelim. Hangi tip aileden yetişmeyi tercih ederdiniz? Anne-babanın katı kurallarla donattığı, çocukların giriş-çıkış saatlerine karıştığı, hangi mesleğe yöneleceğine karar verdiği, hatta eş seçme konusunda dahi söz söylemeye yetkili hissettiği bir ortam mı? Modern yaşamda bu tipte yetişen gençler mutlu mu? Hayatta başarı kazanıyorlar mı? Değişime uyum sağlama yetenekleri nasıl?
Yoksa ailenin çocukları alabildiğine serbest bıraktığı, bir dediklerini iki etmediği, tanınmış markalar ve son model arabalarla beslenen, eğitimini başaramadığı için yurt dışında ‘bitirme’ okullarına gönderilip sonra kendi fabrikalarına veliaht olarak alınan gençlerin yetiştiği bir aile ortamı mı?
Veya ikisinin arasında iklimin ılıman olduğu, gençlerin yaşamlarına kendilerinin karar verdiği fakat bazı ahlak ve etik kuralların geçerliliğini her zaman koruyacağı, çocuklarla ebeveynlerin devamlı iletişim halinde uzaktan dahi olsa yaşamı paylaştıkları, büyüdükten sonra çocukların artık anne-babaya ‘ait’ olmadıklarını hissettikleri fakat ailenin parçası olarak kişiliklerini devam ettirdikleri bir ortam mı?
Bugün gerek Batı’da, gerekse bizim toplumumuzda ve Türkiye’de devamlı tartışılan bir tema. Bir yandan Harvard Hukuk Fakültesinden Amy Chua iki kızını yetiştirmek için ‘’ejderha anne’’ rolüne bürünür ve onları an be an takip altına alırken genelde Amerikalıların çocuklarını fazlasıyla serbest bıraktıklarını iddia eder.
Diğer yandan haylaz yetişen ve okulu yarıda bırakan Bill Gates harikalar yaratarak dünyanın en büyük şirketlerinden birini, Microsoft’u kuruyor ve ilerletiyor. Çocukları ve ‘piyasayı’ fazla sıkmadan, genel kuralların geçerliliğini koruduğu fakat onların kendi geleceklerine hükmettikleri, rekabetin canlılığını devam ettirdiği, yukarıdan alınan talimatla değil, kendi akranlarıyla (aynı yaştan kişiler) çarpışarak veya öğrenerek yeteneklerini biledikleri yaşam, hem gençler hem de firmalar için başarıya giden yol olacaktır.