Eski adı ile Burma (bizde Birmanya), şimdiki adı ile Myanmar, Asya’da Çin’den sonra en büyük topraklara sahip, kuzeybatısında Bangladeş, Kuzeyinde Çin, doğusunda Laos ve Tayland ile komşu olan, 53 milyon nüfusu ve 100’ü aşkın etnik kimliği barındıran bir ülke.
Hem çok etkilendiğim için hem de az bilindiği için burada Myanmar hakkındaki izlenimlerimi paylaşmaya değer gördüm.
1800’lerin ortasından itibaren İngilizlerin kontrolüne geçen Burma, 19. yüzyılın sonlarına doğru Hint Krallığı’na ilhak etmiş; 1937’de kendi kendini yöneten bir ‘koloni’ devlet olmuş; 1948 senesinde de bağımsızlığını kazanmış bir ülke. Özellikle Yangon (eski adı ile Rangoon) şehrinde İngilizlerin kolonyal mimari tarzındaki binalar, İngilizlerin sömürge düzeninden geriye kalan izler olarak göze çarpmakta.
1962 ile 1988 seneleri arasında General Ne Win, önce asker hüviyeti ile sonra devlet başkanı olarak ülkeyi bir dikta rejimi ile yönetmiş. Bu dönemde, Myanmar’ın çok ilerlediğini söylemek mümkün değil. Mesela, İngiliz usulü soldan giden trafiği, bildiğimiz sağdan giden trafiğe çevirmiş, ancak tüm araçlar halen sağdan direksiyonlu. Çift şeritli yollarda araba sollamak baya heyecanlı oluyor.
1988’de asker askeri devirmiş ve hâlihazırdaki cunta yönetime gelmiş. Her ne kadar 1990’da bir seçim yapılmış olsa da ve bu seçimlerde geçtiğimiz günlerde serbest bırakılan Nobel Barış Ödülü sahibi Aung San Suu Kyi’nin partisi tam bir seçim zaferi kazanmışsa da, askerler demokrasiye geçit vermemişler. Bilakis, toplumun büyük desteğine sahip bu Oxford mezunu bayan lideri ev hapsinde tutmuşlar.
Askerler genelde Myanmar’ı dünyadaki globalizasyon trendinin dışında tutmayı başarmışlar; cep telefonu, global ticaret, medya gibi entegrasyon unsurlarını kısıtlamışlar. Ancak, 2007 senesinde petrol fiyatlarına hiç beklenmedik bir şekilde zam yapınca, başını Budist rahiplerin çektiği büyük bir ayaklanma ile karşılaşmışlar. Tabi, kendi halkına karşı iktidarı askerce korumaları çok zor olmamış.
Demokrasi havarisi gelişmiş ülkeler, Myanmar’ın askeri cuntasını tecrit etmek amacı ile bir takım ambargolar koymuşlar. Ancak, ambargoyu delen bir takım Çinli ve Taylandlı tüccarlar zengin olmuş, halk ise daha da fakirleşmiş. 2008 senesinde ülkeyi etkisi altına alan bir siklon fırtınası da, 80 bin kadar insanın hayatına mal olmuş.
Olumsuzluklara, kişi başı milli gelirin yıllık sadece 1,100 dolar olmasına ve 53 milyonluk nüfusunun 1/3’ünün fakirlik sınırının altında yaşamasına rağmen, Burma halkı geleneklerinden ve yoğun Budist inançlarından aldıkları enerji ile hayata bağlılar.
Ülkede her yerde Budist rahip ve rahibeleri görmek mümkün. Geleneklerine göre, her erkek 7-8 yaşından itibaren bir kere ‘novice’ yani çırak olmak için, 20’sinden sonra da en az bir kere gerçek rahip olmak için manastıra gitmek zorunda.
Rahipler keşişler gibi inzivaya çekilip günlerini dua ederek geçirmiyorlar. Genellikle şehrin içinde yatılı okul veya üniversite gibi inşa edilmiş ve onlarca binadan oluşan külliyelerde kalıyorlar. Günde iki kez, iyiliksever insanlar tarafından bağışlanan yemeği yiyorlar. Teşekkür etmek adetlerinde yok, çünkü felsefesi ‘almak’ odaklı değil, ‘vermek’ odaklı çalışıyor. Rahipler sadece ikram edilen bir yemeği yiyebiliyorlar. Yollarda tek sıra ve yalınayak yürüyorlar, derme çatma mutfaklarda dev pilav kazanlarından verilen yemeği kabul edip, konuşmadan manastırlarına dönüyorlar.
İsteyen, istediği zaman her şeyi bırakıp rahip olabiliyor ve istediği kadar da manastırda kalabiliyor. Kota yok, kontenjan yok; her şey ikram ediliyor... Pek fena değil yani. Ülkede kadınlı erkekli takriben 500 bin rahip yaşıyor. İnsan bu kadar işgücünün bir üretim faaliyetinde bulunması halinde elde edilecek katma değeri hesaplamadan edemiyor.
Budist inancında Tanrı veya Yaratan kavramına yer verilmiyor. Sadece Buddha’nın felsefesi ve öğretisine tapıyorlar. Buddha’nın yolunda gitmek için, acı çekmek, arınmak ve dünyevi tatminlerden uzaklaşmak gerekiyor. Rahipler kendilerini Buddha’nın hayat öğretisi yolunda terbiye ettikleri için, normal insanlara da bu yolu göstermekte yardımcı oluyorlar.
Budist felsefenin öğeleri birçok açıdan Süfizm ve Kabala’nın öğretileri ile örtüşüyor. Bu konu çok derin bir konu ama bir gün ekonomi yazıları yerine beni oralarda kaybolmuş görürseniz şaşırmayın derim.
Myanmar’ın generalleri, halkın Budist öğretiye ne kadar bağlı olduklarını bildikleri için, her fırsatta tapınakları ziyaret ediyorlar, Buddha heykellerine zar gibi incecik tabakalar halinde satılan altınlardan yapıştırıyorlar; boy boy resimlerini çektirip, tapınakların önemli köşelerinde halkın görmesini sağlıyorlar.
Generaller bir yandan medyatik ibadetleri ile politik fayda sağlamaya çalışıyorlar, diğer yandan da Budist ve Bamar ırkından olmayanlara devlet kadrolarında hayat hakkı vermiyorlar. Nedense, pek şaşırmadım.
Bakanlar Kurulu var, ama oradaki adı ‘Barış ve Gelişim Konseyi’. 35 tane bakan var, hepsi general.
Tüm ticaret, yatırımlar ve ekonomik aktiviteler cunta rejimine yakın olanlar tarafından yürütülüyor. Turizm yatırımları konusunda daha gidecek çok yol var; henüz senede 300-350 bin kadar turist geliyor. Bu rakamın milyonları aşmaması için bir sebep yok gibi.
Shwedagon Tapınağı’nın kubbesindeki 700 ton altını (piyasa değeri 30 milyar dolar), tepesindeki 75 karatlık elması, zengin doğal gaz ve petrol rezervleri, tik ormanları, kıymetli madenleri, çok renkli kültürleri ve güzellikleri ile hem zengin hem fakir olan Myanmar şimdiye kadar gördüğüm en renkli ve en güler yüzlü insanları yaşadığı bir ülke.
Burma halkının da bu nimetlerden bir gün istifade etmesini diliyor, paylaşıyorum.