Geçen hafta ilaç sektöründeki iki büyük dağıtım şirketinden birinin tedarikçiler ile gerçekleştirdiği genel kurul toplantısına iştirak ettim. Öne çıkan konuların başında, her sene neredeyse 1,000 kadar yeni eczane açılması vardı. 17 eczacılık fakültesinden her sene 1500 kadar eczacı mezun oluyor. Son derece eğitimli, ailesinde muhtemelen bir ya da iki eczacı olan gençler, az bir sermaye ve ilaç depolarının sağladığı vade ile kısa sürede bir iş sahibi olabiliyor. Sonuç? Türkiye’de bir eczane başına takriben 2900 kişi düşerken, Almanya’da 3800, Avusturya’da 6900, İtalya’da 3400 kişiye bir eczane düşüyor. Kontrolsüz açılan eczaneler sebebiyle, tüketiciye ekonomik olmayan bir hizmet kalitesi sunulmuş oluyor.
Toplantıya verilen bilgiye göre, 2009 senesinde 6000’den fazla eczane günde 1000 TL’den az ciro yapmış. Ortalama kâr marjının % 20 olduğu düşünülse, bu eczanelerin günde 200 TL’den az bir gelir ile tüm giderlerini karşılaması imkânsıza yakın.
2005 senesinde eczane satış fiyatından hesaplandığında 13 milyar TL olan ilaç pazarı, geçen sene 21 milyar TL’na ulaştı. 2008’de SGK’nın ilaç harcamaları 11 milyar TL idi. Bu hızda artan ilaç harcamalarına ‘dur’ diyen hükümet, bu sektörde bir konsolidasyonu tetiklemiş gibi duruyor.
Şimdi ilaç sektörü komple yeniden yapılanıyor.
İlaç pazarındaki tedarik zinciri şöyle işliyor: takriben bir yarısı ‘orijinatör’ diye adlandırılan firmalardan diğer yarısı da yerli eşdeğer ilaç üreticileri tarafından satışa sunulan ilaçlar, sayıları 6 – 7 bini aşan tıbbi satış mümessilleri tarafından doktorlara tanıtılıyor. Doktorlar tarafından yazılan reçeteler genelde eczanede aynen satılıyor veya kısmen eşdeğer ilaçlar ile değiştirilebiliyor. Üreticiler ile sayıları 24 bini aşan eczaneler arasındaki bağı her biri takriben 1/3 pazar payına sahip olan Selçuk Ecza ve Hedef Alliance şirketleri ile onların yarısından da küçük paya sahip eczacılar kooperatifi sağlıyor.
İlaç şirketleri, bir yandan reçetedeki pazar payını arttırmak diğer yandan da kutu başına ilaç fiyatını yükseltmek istiyorlar. Öte yanda, dağıtım şirketleri de kutu başına dağıtım maliyetini indirebilmek için depo sayısını ve istihdamını azaltıp daha verimli olmaya çalışıyorlar. Eczaneler de, ilaç pazarında büyüyen pastanın kendilerine düşen payı azaltmamak için Türkiye Eczacılar Birliği vasıtası ile hükümete direniyorlar. Sektörde fiyatları hükümet belirlediği için, iskonto ve mal fazlası yolu ile kıyasıya bir rekabet yaşanıyor; yine de harcama artışının önüne geçilemiyor.
Bizler tüketici olarak hem adım başı eczane olmasından, hem de bir süpermarketin raf aralarında kaybolmaktansa bir eczacı ile yüz yüze konuşarak ilaç almaktan memnunuz. Ancak, gidişat öyle gösteriyor ki, verimlilik artışı sağlanmazsa, bir müddet sonra birçok eczane kapanacaktır.
Bu tip örnekleri çoğaltmak mümkün. Artık Amerika’daki bazı havayolu şirketleri hem yemek hem de bagaj için ayrı ücret talep ediyorlar.
Ekonominin büyüdüğü zamanlarda verimsizlikler göze batmıyor. Ancak, kriz ortamında, verimsizlikler daha belirginleşiyor. Hani “zor oyunu bozar” derler; mecburiyetler verimsizlikleri elemeye zorluyor.
Verimliliği arttırmak, birim maliyeti düşürmek demek. Verimsizliği elemek ise, kendini kurtarmayan işleri kapatmak anlamında düşünülebilir…
İplik imal edip satıyorsanız, kar zarar hesabında sürekli zarar yazıyorsanız, işletmenizi kapatırsınız. Çalışanlar işlerini kaybederler ama genelde ekonomik anlamda o işyerini kapatmak aslında toplum için daha kârlıdır.
Diğer taraftan, eğer zarar sebebi sağlanan sosyal yardımdan kaynaklanıyor ise, bu verimsizlikleri elemek o kadar kolay olmayabilir. Verilmiş hakları geriye çekmek, yoksullara yapılan yardımı, öğrencilere sağlanan bursları kesmek, verimsiz işletmelere istihdam sağladıkları için verilen desteği azaltmak, zarar etseler de, toplum tarafından devam ettirilmesi tercih edilen faaliyetler olabilir. Bu durumda halk, vergileri ile bu zarar eden faaliyetleri desteklemek zorundadır.
Euro’nun zayıflamasına sebep olan gerçek, Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerin sosyal fayda sağlamak adına üstlendiği verimsizliklerin, topluma fatura edilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Yunanistan’da meydanlara taşan infial duygusu ise, birdenbire ortaya çıkan bu büyük faturanın adaletsizce kesilmiş olduğuna inanılmasındandır.
Sosyal fayda sağlamak adına üstlenilen ‘görev zararları’ belli zaman sonra, zarar etmenin aslında bir ‘görev’ olduğuna inanan bir zihniyeti doğurabilmektedir.
Sorumlu idarecilik, bu gibi durumlarda sağlanan sosyal faydayı ölçümlemeyi, alternatifleri araştırmayı, bu zararların toplum tarafından üstlenilmesini sağlamayı, üstlenilmediği takdirde, toplamda daha verimli olacak çözümleri üreterek verimsizlikle mücadele etmeyi gerektirmektedir. Bu bağlamda, kutsal inekleri kesebilecek konsensüsün bulunup bulunmadığı da önem arz etmektedir.
Kriz dönemleri, her bakımdan hayatımızda devam eden verimsizlikleri elemek için aslında birer fırsattır.