Kafamı Türkiye’nin jeopolitik konuları ile meşgul etmeyi seviyorum. Geçen hafta Limmud’da enerji sektörü hakkında ‘kuş bakışı’ bir sunum yaptım. Dünya enerji dengesindeki makro dengeler nasıl değişecek, tüketenler kim, üretenler kim, rezervler ne boyutta vb. sorulara genel bir pencere açıp tespitlerde bulundum.
Özetle, hâlihazırdaki tüketim düzeyinde devam edilir, yeni rezervler de bulunmaz ise, bugün için 42 yıllık petrol, 62 yıllık doğal gaz ve 122 yıllık kömür rezervi mevcut.
AB ülkeleri gerek enerji verimliliği gerekse çevre kirliliği konularında çok yol almış. Bir yandan yenilenebilir enerji kaynaklarına ağırlık veriyorlar, diğer yandan da enerji verimliliğini arttırarak karbon salınımını kontrol altında tutuyorlar.
Öte yandan Çin, 1985-2000 yılları arasında 500 milyon vatandaşına elektrik bağlamış; zengin kömür kaynaklarına dayalı bir enerji politikası güttüğü için de karbon salınımını ciddi oranda arttırmış.
Çin’in ekonomik büyümesi başta enerji olmak üzere tüm emtea fiyatlarını da yukarı doğru hareketlendirmiş.
ABD ise, 2001 yılındaki dot.com krizinden ve 11 Eylül olayından sonra faizleri gereğinden fazla düşük tutarak küresel finans krizinin tohumlarını ekmiş.
Biraz kapağın altına baktığınızda, enerji konusunda inanılmaz zengin bilgi kaynaklarına ulaşabiliyorsunuz. Özellikle, Amerikan Enerji Bakanlığı’nın dünyanın tüm ülkelerinin enerji ve çevre istatistiklerini nasıl fişlediğini görmek, oldukça enteresan.
Enerji gibi önemli bir meselede mevcut gidişatı ölçümlemek ve gelecek senaryoları üretmek için Uluslararası Enerji Ajansı gibi kurumlar her sene önemli raporlar üretmekte. Bu raporlar sayesinde herkes önünü daha iyi görebiliyor.
2009 yılında bu kurumun yayınladığı son rapora göre, henüz ‘rezerv’ halindeki enerji kaynaklarının bulunması, çıkartılması, taşınması ve elektrik enerjisine dönüştürülmesi için 2007–2030 yılları arasında gereken yatırım tutarı tam 52 trilyon Dolar! Yani yılda 2,5 trilyon gibi bir yatırım tutarı… Dile kolay.
Buna ilaveten, mevcut çizgide devam edildiği takdirde 6 derece daha ısınacak olan yerkürenin de kurtarılması için önümüzdeki 20 yıl boyunca her sene 300 milyar Dolar’dan fazla yatırıma ihtiyaç duyulmakta.
Bütün bu yatırım ihtiyacına, bir de enerji güvenliği adı altında harcanan paraları eklemek lazım. Umman, Katar, Suudi Arabistan gibi ülkeler, GSYH’larının % 10’undan fazlasını askeri harcamalara ayırmaktalar. Neden? Gün gelir, enerji rezervlerini korumak zorunda kalırlar ise, hazırlıklı olabilmek için.
Dünya petrol sevkiyatlarının % 40’ının Basra Körfezi’ndeki Hürmüz Boğazı’ndan geçtiği düşünülürse, neden ABD donanmasının o bölgede devriye gezdiğini anlamak zor olmayacaktır.
Türkiye, enerji koridoru olarak enerji güvenliği konusunda önemli bir rol üstlenmektedir. Boru hatları ile ilgili yatırımlar tamamlandığında, Batı’ya giden enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi konusunda önemli bir ağırlık kazanacak olan Türkiye’nin bölgesel gücünün artacağı şüphesizdir.
Ancak, enerji konusunda aslında Amerikan güdümlü olarak üretilen uzun vadeli senaryolarda ‘enerji güvenliği’ konusunun ön plana çıkmasıyla birlikte Türkiye’ye koridor olma görevi biçiliyor. Türkiye de hakkı ile bu rolü üstleniyor.
Ama Türkiye ‘oyun kuran’ konumunda değil. Sadece bir oyuncu.
İyi de, bu başlıkla buraya kadar yazılanların alakası ne?
İşte zurnanın zırt dediği yer burası.
Koridor olmakla enerji sorunumuz kaybolmuyor.
Geçtiğimiz sene enerji faturasının 40 milyar Dolarları aşması ve elektrik üretiminde doğal gaz kullanımının % 50’yi geçmesiyle birlikte, çanlar çalmış ve aslında enerji konusunda uzun vadeli milli bir politikamızın olmadığı daha iyi anlaşılmıştır.
Şimdilerde, hükümetimiz dahildeki enerji kaynaklarını daha iyi değerlendirmek, dışa bağımlılığı azaltmak ve enerji verimliliğini arttırmak üzerine bir politika üretmeye çalışıyor. Ancak, henüz milli olmuş sayılmaz çünkü topluma akseden bir tarafı yok.
Son günlerde yaşanan ‘et krizi’ de aslında milli politika oluşturulması gereken bir diğer konudur. Belki enerji konusu kadar önemli. Öyle ithalat ile çözümlenecek bir sorun değil. Spekülatörlere gözdağı vererek arz talep dengesizliğini yok etmek mümkün değil. 14 Şubat 2010’da bu köşede yayınlanan yazımda da belirttiğim gibi, tamamen yapısal sorunların bileşkesinden kaynaklanan bir yapıda.
Ülkemizin milli serveti sayılacak hayvan stoğunun neden yok olduğunu önce anlamamız gerek. Daha sonra, bu serveti yerine koymak için ne yapılması gerekse yapmamız lazım. Aynı şekilde, orman stoğumuz, denizlerdeki balıklarımız, ekilebilir topraklarımız, akarsularımız da uzun vadeli milli politikalar ile hem korunmaya hem geliştirilmeye muhtaç durumdalar.
Çocukken coğrafya kitaplarında okuduğum Türkiye’yi ‘doğal zenginlikleri’ olan, eşsiz bir cennet gibi hatırlıyorum. Şimdilerde ise, Türkiye bir ithalat cennetine dönüyor. Enerji, et, süt, buğday dahil, her şeyi ithal edelim; ormanda ağaç, denizde balık bırakmayalım; ‘bölgesel güç’ diye diye petrodolarları çektikçe paramız değerlensin; bu defa da ihracatımız tökezlesin… Komşunun durumuna düşmeyelim sakın…