Bir kadın düşünün. Altmışına yaklaşıyor. İstanbul’da doğmuş, Nişantaşı’nda büyümüş ve kozmopolit ortamlarda yaşamış. Varlığı da bilmiş, yokluğu da. Güler yüzlü, paylaşımcı ve kibar. Sonuçta görmüş geçirmiş olması gereken bir kadın. Benim nakış öğretmenim.
Şiddetli yağmur yağıyor, trafik berbat ama aklıma koymuşum bir kere... Pendik’te bulunan bir hobi merkezine gidip elişi malzemelerimi tamamlamam, yeni dergiler çıkmış mı diye bakmam gerekiyor. Öğretmenimi de taşıyorum yanımda. Eksik kalmasın, yenilikleri takip edebilsin diye.
Hobilerim yüzünden zaman zaman gümrüklerde neler çekerim bir bilseniz! Sık sık sorar ve uyarır görevliler: “Çantanda neden taş taşıyorsun? Bu cam boncukları nereden aldın? Niye aldın? Hayır, uçakta tığ işi yapamazsın. Makasların ve iğnelerin bulunduğu çanta, bagaja verilecek!” Sormak isterim, tığ ile kalem arasında, ikisinin de ucu sivri olduğuna göre (hatta tığın ucu sivri değil, yuvarlatılmış bir kanca şeklindedir) tehlike açısından ne fark vardır diye, ama sormam çünkü bakarsınız kalem taşımayı da yasaklarlar, bebeler gibi pastel boyalar kullanmaya başlarız.
Neyse, konumuza geri dönelim. O melûn patlamanın olduğu eski HSBC binasının önünden geçiyoruz. Bina yenilenmiş, otel olmuş. Açıkçası öylesine kan ve gözyaşı dolu bir mekânda ben kalamam ama kalanlara da engel olamam...
Malûm, çoğumuzun o yöre ile ilgili anıları var. Öğretmenimin oğlu, kırmızı ışık yanmadan son anda geçtiği için patlamadan kıl payı kurtulmuş... Pek çok kişi gibi. Ya kurtulamayanlar? Aslında kurtulmuş olabilirler. Gerçek dünya hangisi, hâlâ anlayabilmiş değiliz. Asıl acı çeken, hep geride kalanlardır.
Öğretmenim sözlerine devam ediyor ve “Birkaç gün sonra da sinagogda patlama oldu” diyor. Düzeltiyorum; “Önce sinagoglarda, sonra Levent’te”. Onun için önemli değil, önce ya da sonra, ne fark eder. “Bir arkadaşımın kardeşi öldü sinagogda. Karısı yabancıydı.” Öykü tanıdık geliyor ama karısı yabancı olan bir genç? “Hamileydi üstelik.” Taşlar yerine oturuyor. Öfkelendiğimi hissediyorum ama göstermemeye kararlıyım. “Yabancı değil, Yahudi’ydi” diyorum tatlıca bir sesle. Ama uzattığım dalı görmezden geliyor ve ısrar ediyor. “Yabancıydı işte. Çok sevmişler birbirlerini. Aile saygı göstermiş aşklarına.” O ısrar eder de ben etmez miyim? “O zaman ben de yabancıyım demektir. Yahudi değil miyim?” Tek beklediğim, geriye bir adım atması ama yok... Israrcı. “Benim de anneannem Rum’du, ne var bunda?” Ardından kendisinin haklı, benim haksız olduğumu gösterme çabaları: “Sen beni bilmez misin? Bak çok üzülürüm. Ben hiç seni...” diye lastik gibi uzayan ama hiçbir yere varmayan ve “Sonuçta gayrimüslim işte” diye biten bir tirat.
Yüzünü göremiyorum çünkü arka koltukta oturuyor ancak ses tonundan, sonra da burnunu silmesinden ağlamaklı olduğunu hissedebiliyorum. Bahane çok. Sinirler bozuk, bu havalar hepimizi mahvetti, falan, filan ama sözlerini düzeltme çabası yok.
Sayın Jak Kamhi için kaleme aldığım Ah Mösyö Vah Mösyö başlıklı yazımda da yakınmıştım: İnsanın, yaşadığı ülkede artık yabancı sayılmaması için 500 yıl yetmez mi? Kısmen veya büyük ölçüde asimile olması? Zemine ayak uydurması?
Neden zemine ayak uydurmak diyorum, biliyor musunuz? Hani hep “biz bir mozaiğiz” söylemi yapılır ya... Örneğin Antakya veya Gaziantep’teki mozaiklere bakacak olursanız, renklerin farklı olmasına karşın, hep aynı tonda olduğunu görürsünüz. Çeşitli bejler vardır ama aralarındaki ahengi, kahverenginin azıcık kırmızıya ya da siyaha çalanı sağlar ki, bence o, hakim olan görüşü simgeler. Kişi, baskın olan renkten farklı bir bej tonunda olabilir ama genele uyum sağlamalıdır. Cırtlak olan, bir fırça darbesi ile doğru yola getirilir.
Şimdi bana o çok popüler soruyu sorsanız “Aslen nerelisin?” diye, doğru dürüst cevap veremem. “Bu dünyadan”ım desem, alay ediyorum zannedenler olabilir. Oysa Kutsal Olan insanı yaratırken, onu şekillendireceği toprağı dünyanın dört bir yanından aldı ki, kendini hiçbir yerde yabancı hissetmesin. İyi de, insanlar kendileri ile tıpatıp aynı olmayanları yabancı sanmasın diye ne yapılabilir?
Bu dünyada hiçbirimizin yabancı olmadığını, Tek Yönetici’nin Yüce Yaratan olduğunu, paylaşamadığımız hiçbir şey olmaması gerektiğini çünkü hiçbir varlığa sahip olmadığımızı, elimizin ve ayağımızın altındaki her şeyin sadece kullanımımız için emaneten verildiğini, emaneti bizden sonraki nesillere, onların da kullanabileceği şekilde (buna günümüzde “sürdürülebilir gelişme” deniyor) bozmadan ve yok etmeden devretmek gerektiğini anlamamız gerekiyor zira:
Tanrı, Adam’a Gan Eden’i gezdirir ve şöyle der: “Yaptıklarıma bak, ne kadar güzel ve övgüye değer. Bütün bunları senin için yarattım. Benim dünyamı bozmamaya ve yok etmemeye dikkat et çünkü vereceğin zararı, senden sonra onaracak kimse olmayacak”(Talmud, Koelet Rabba7:13).