İnsan neden sus pus olur? Herkesle hemfikirken… Yaptığı kabahat yüzüne vurulduğunda… Bir tartışmanın cılkı çıktığında… Konuşacak bir şey bulamadığında… Utandığında… Suçluyken… Ve çoğunlukla da küskünken… Bu durumlarda kelimeler biter ve insan sus pus olur…
Peki, toplumlar neden sus pus olur? Yakın tarihi konusunda bir toplum neden kolektif bir suskunluğa girer?
İsterdim ki suskunluğun nedeni tarihin herkes tarafından etraflıca biliniyor olmasının getirdiği bir sessiz kabulleniş ve dinginlik olsun… Bir tür tecahül-i arif… Hani, astronomi camiasının Halley’i izlerkenki nükteli suskunluğu gibi…
Ama toplumlar daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Çok fazla bildiği için sus pus olanların yanı sıra cahillik yüzünden konuya uzak kalanlar da vardır. Erdal Atabek’in söylemiyle: Tehlikeli Cehalet. Önündeki çukuru görmemek ‘tehlikeli cehalet’tir. Çukura düşer ve kurtarılmayı bekleyerek debelenirsiniz. Düşünmeye alışmamış beyinler de böylece oyalanıp gider…
Fransa gibi, azınlıkların söz sahibi olduğu gelişmiş ülkelerde geçmişteki haksızlıkların tekrarını önlemek için yasalar çıkarılmasına uğraşılır. Zira azınlıklar korku içindedir. Geçmişin suskunlukla ört- bas edilmesi yerine öğrenilmesine ve ortak hakların korunmasına çalışılır.
Bu, iki taraf için de suskunluktan daha sağlıklıdır. Vicdanen rahatsız bir toplum, geleceğini de yanlış etkileyen kararlar verebilir.
Bizim toplumumuz da suskunluğun ve bilmezden gelme alışkanlığının epey güçlü olduğu bir toplum. Hâlbuki vicdanen rahatlama açısından biraz suskunluğun bozulması gerektiğine inanıyorum. Tarihin konuşulması gerekir!
Zülfü Livaneli’nin Serenad adlı romanının tam da bu nedenlerden dolayı çok satmasına memnun oldum. Gerçi romandaki çok sayıdaki tesadüfler kurguyu zorlama hale getirdiyse de Serenad, toplumun yakın tarihi ile ilgili sus pus kalmayı tercih ettiği üç büyük olayı içinde barındıran bir roman. Birincisi, Mavi Alay olarak anılan Kırımlı Türklerin hazin hikâyesi... Ankara hükümetinin telkiniyle saf değiştiren ve Ruslar yerine Nazilerin yanında yer alan Kırım Türkleri, bir süre sonra işler değişip, Almanlar geri çekilince sahipsiz kalırlar. Yerlerinden, yurtlarından olurlar. Birçoğu kendini Drau Nehri’ne atarak intihar eder, kalanı da Sovyet sınırını geçer geçmez kurşuna dizilir. Türkiye, bu esir iadesine seyirci kalır.
İkincisi Ermenilerin zorunlu sürgünü (ki onu yavaş yavaş konuşur hale geldik). Üçüncüsü ise Struma Faciası. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Romanya’dan Filistin’e doğru yola çıkan içinde 769 Yahudi’nin bulunduğu Struma gemisi Türk kara sularında arızalanır. Savaşa katılmayan Türkiye diplomatik bir yanlışlık yapmamak adına Yahudilere yardım eli uzatmaz, İngiliz hükümetinin de etkisiyle karaya çıkmalarına izin vermez. İki ay sonra Şile yakınlarında gemi havaya uçurulur.
Belki bu roman sayesinde Türkiye’de tabu edilen bu üç konu ve daha pek çok konunun bilmezden gelinmesi, yok sayılması, inkâr edilmesi ve mazeretlerle açıklanması zorlaşacak. Onun yerine toplum bu konularda etraflıca bilgilenmeyi isteyecek… Toplum yakın tarihi konularında sus pus kalmayacak… Hataların tekrarı için kapılar aralık kalmayacak.
Serenad’ı başlangıç seviyesinde bir ders kitabı olarak öneririm… Daha fazlasını araştırmak size kalmış…