Ben küçükken beni görüp “Aman da ne kadar büyümüş! Minnacık bebektin sen ayol! Elimizde büyüdün,” diyen amca ve teyzelere çok kızardım. Tabii ki büyüyecektim, zaman geçiyordu, hatta bir an önce büyüsem hiç de fena olmayacaktı hani! Önümde uzayacak boyum, okunacak okullarım, bulunacak işim, kazanacak paralarım, görecek yerlerim, keşfedecek yeteneklerim, yaşayacaklarım vardı. Büyümek kadar güzel bir şey var mıydı?
Hayat hemen yetişiyordu insana.
Çocukken hiç gelmeyecek sandığımız yetişkinlik biz istemesek de artan sorumluluklarla, toplumun öğretileriyle, aile terbiyesiyle ve biriktirdiğimiz yaşlarla geliveriyormuş da haberimiz bile olmuyormuş.
Yıllar geçtikçe bu amca ve teyzelerden biri olmaya başlayınca işler değişiyormuş. Ne zaman ki kendi arkadaşlarımın, kuzenimin, yakınlarımın çocukları oldu ve hepsi yanımda, gözlerimin önünde ya da eskilerin deyimiyle “elimde” büyüdü o zaman anladım, ne kadar büyümüşsün demenin içindeki gerçek hayreti ve şefkati... İnsan sevdiği çocukların büyümesine şahit olmaktan müthiş bir keyif alıyormuş meğer... Onun o eski, şirin ve beceriksiz hallerini bugünkü kendine yeten, başarılı, büyümüş halleriyle kıyaslayabildikçe buna karşıdan bakmanın ya da bunun içinde olmanın mutluluğunu yaşıyormuş...
Üniversite sınav sonucumu beklerken bebek arabasında gezdirdiğim üç aylık bebek, yedi ay önce anne oldu. Onu deniz kıyısında oynattığım, kolluklarını taktığım, ona bir şey olmasın diye dikkat ettiğim günler bugün gibi aklımda. Bebeğini güle güle büyüt, derken bu küçük annenin elimde büyüdüğünü düşündüm. Koleje ve üniversite sınavına onu ben hazırlamıştım, okul tercihlerini ben yapmıştım. Şimdi anne olmuştu. Birkaç yaz sonra onun bebeğiydi deniz kıyısında yüzdürülecek olan. Bunu beraber yaşamış olmak çok büyük mutluluktu.
Hayat tekerrürden ibaretti sanki ve o kendini tekrar eder gibi görünürken aslında galiba bizi kandırıyordu. Aslında hepsi ayrı bebeklerdi. Hepsinin ayrı yaşamları, başka hikâyeleri vardı.
Güzel olan bu hikâyelere şahitlik etmek, bu hikâyelerin kahramanlarından biri olmaktı.
Pazar günü çok yakın bir arkadaşımın ikiz oğullarının doğum günündeydim. 2003’te dünyaya geldiklerinde o kadar küçüktüler ki kucağımıza almak konusunda kararsız kalıyorduk, yüzleri avucumun içi kadardı. Evin koridorlarında emekledikleri anlar hala gözlerimin önünde. Yürümeye başladıklarında evdeki köpeğin kulağına tutunarak ayağa kalkmaya çalışmaları, yarım yarım konuşmaları, okul öncesi hikayeleri, basketbol maçları, perküsyon dersleri, okumayı sökmeleri, kendilerini iki dilde ifade etme çabaları, uzayan boyları, aldıkları kilolar, birlikte yaptığımız tatil programları ve aramızda oluşan o kocaman sevgi... Bütün bunlar, ara ara aklıma gelen elimizde büyüdün cümlesinin özeti gibi.
İşte yine birileri birilerinin elinde büyüyordu. Biz onları büyütüyorken kendimiz de büyüyorduk. Zamanın hızına yetişmeye onlar koşarak çalışırken biz bu hızdan kaçmaya çalışıyorduk. İkizler doğduğunda bar-mitzvalarında kaç yaşında olacağımızı hesaplarken yavaş yavaş yaklaşan o zamana şimdi ancak şaşırıyorduk.
Düşündüm.
Çocuklar doğuyor, elimizde ya da uzağımızda büyüyor; ama biz dışımız değişirken içimizde aynı kalıyoruz.
İçimizdeki çocuğun ne dediğine kulak verdikçe elimizdeki çocukları daha iyi büyütüyoruz.
Zaman geçiyor, tarzımız değişiyor, önemsediklerimiz önemsemediklerimiz yer değiştiriyor, aldığımız kilolar oturuyor, aynadaki değişiklikleri ancak çekilen fotoğraflara baktığımızda fark ediyoruz.
Önemli ve güzel olan şu: Elimizdekiler büyüyor; ama can dediğimiz hazine aynı kalıyor. Hayat bağlılık, onu sevmek, ondan en güzelini, en iyisini, en doğrusunu bekleme ümidi de...
Tıpkı elimizde büyüyen çocuklar gibi hayatı da büyütüyoruz.
Ve onun içinde aslında hep çocuk kalıyoruz.