David Ojalvo
Her aile, çocuğu için iyi bir gelecek ister. Elindeki imkânlar ölçütünde çocuğunu iyi okullarda okutur, üniversiteye girebilmesi için dershaneye yazdırır. Üniversiteyi takiben, mastırı tamamlaması için ayrıca destek verir. Sorumluluklarını tamamıyla ele alacağı güne dek gencin madde-manevi rahat ve mutlu hissetmesi için çabalar.
Özel okullar, öğrenciyi hayata hazırlamak için çok çalışır. Dilin önemini vurgular; bir değil, iki yabancı dil eğitimi verir. Sosyal faaliyetlere teşvik eder, okul içi ve dışı, ulusal ve uluslararası etkinlikler, seminerler düzenler. Kariyer planlaması için rehberlik servisleri görev alır.
Genç de, bu süreçte dünyanın zor bir yer, ekmeğin aslanın ağzında değil de midesinde olduğunu idrak eder. Kimi günler ve geceler zorlanarak üniversiteye girer, mastırını tamamlar, dil öğrenir, kendini geliştirir ve özgeçmişini bir işyerine en donanımlı şekilde sunmak için hazırlıklarını yapar.
Hayata atılmak için kendi kuşağımın önüne çizilen model az çok böyleydi. Peki, ya imkânları olmayanlar, bu beklentiye cevap veremeyenler ne yapsın?
Söz gelimi, babasız yetişen, annesinin psikiyatrik rahatsızlıkları olan, eğitimini yarıda bırakan, hatta çevresinden, dünyadan nefret eden bir genci düşünün…
Ece Erdoğuş, Doğan Yayınları’ndan, Mayıs ayında çıkan “Yok Olma Kılavuzu” adlı romanında tam da bu portredeki genci inceliyor. O çatıya çıkan ve ölmek isteyen genci…
Annesinin kira geliri ve ellerindeki varlıkla hayatını idame ettiren, bir işte tutunamayan, sorgulayan ve sorguladıkça nefret duyan bir adamı… Öyle ki, karşısına çıksa onu yaratan yazarından bile hiç hoşlanmayacağına kanaat getirdiğim birini…
Romanda atıfta bulunduğu üzere, Kafka’nın “Dönüşüm”ündeki kahramanı Gregor Samsa’ya yaklaşıyor Ece Erdoğuş. Bir anlamda, bu yüzyılın Samsa’sını arıyor. Direnemeyenlerin maruz kaldığı çöküntüyü gözler önüne seriyor.
Kısa bir süre için hikayenin kahramanı bir süpermarkette çalışmıştır ve süpermarketler, günümüzde hâlâ büyüklüğün, kapitalizmin simgelerinden biri. Upuzun reyonların arasında gezinirken, ürünleri detaylarla incelerken, bir market çalışanına empati geliştirebilir miyiz? Neler hissediyorlardır paketleri, kutuları yerleştirirken, onların hayalleri nedir? Var mıdır? İş gücünün ucuz, işsizliğin yüksek oranlarda seyrettiği bir dünyada, toplumsal standartlar nasıl daha yükseltilebilir? Bunun için gerçekçi bir irade var mı? Romanın kahramanı oldukça karamsar bir yerde duruyor ve hem kendisi hem de diğerleri için okuru düşünmeye sevk ediyor. İster istemez “nasıl olabilirdi” diye soruyorum, “nasıl daha farklı olabilirdi?”
Öyküde, kahramanın tepkisel davranışlarının mizahi yönü okuru güldürüyor; ama gidişat iyi değildir. Genç adam, sayfalar ilerledikçe dayak yiyor, hor görülüyor. Markette karşılaştığı ve/veya apartmanlarına taşındığı sarışın kadınlar dikkatini çekiyor. Kadıköy’ün sokaklarında gezinirken “Alara” yazan bir poster onu bambaşka dünyalara götürüyor. Duygular ve arzular anlık yoğunlaşırken, özgürlük, geleceğe uzanan bir özgürlük, tutunamayışın altında gömülü kalıyor. Sahaflardan alınan bazı eski plaklar, ruhu ısıtıyor; Kadıköy’ün caddeleri, sokakları, insanları anlamsızlığa bürünürken. Kaldı ki, günümüz gençliği olarak, kahramanın kaldığı karanlıktan payımıza düşeni bizler de alıyoruz. Neyi, ne kadar ehlileştirebildiğimiz; sistem ve yeni yüzyılla barışık kalabildiğimiz ise aklımı meşgul ediyor.
Günümüz bireyinin ruhunu, dünyasını inceleyen eserlere çok ihtiyacımız var ve Ece Erdoğuş’a romanı için teşekkür borçluyuz. Yazarak, tartışarak, konuşarak ufkumuzu açmayı başarabiliriz. Bunun içinse öncelikle küreselleşmenin ve tüketimin getirdiği uyuşukluktan sıyrılmak gerek. “Yok Olma Kılavuzu” böylelikle gerçek bir kılavuz, günümüzün gölgedeki bireyini fark etmek, anlamak için…