Yapılması akıl kârı olmayan bazı işler vardır. Akla zarar işler yani. Onun için Talmud “basit bir işin olsun” der. “Yelek dik örneğin. Kafayı işle bozma ki, ruhaniliğe ayıracak vakit ve akıl kalsın.”
Talmud, bilgelerimiz tarafından yazılmış tabii. Etrafınıza bir bakın, ‘aha işte, bu yüce insan bilgedir’ diyebileceğiniz kimse görüyor musunuz? Yok di mi? Benim de yoktu; ya da en azından ben göremedim. Maddiyat odaklı bir toplumun, bir an önce kendi ayakları üzerinde durmak isteyen bir genç kızı olarak, çocukluktan beri kendime belirlediğim hedefe doğru yol aldım. Sekreter olmak istiyordum. Ne kadar yaratıcı değil mi? Oysa sanata yatkınlığım vardı ama sanat ilham gerektirir. Ben öyle hissediyordum. İlham gelmezse ne yapacaksın? Boş boş oturup bekleyecek misin? Bilmiyordum ki yaptığın nakış bile olsa, önce bütün iğne işlerini ve teknikleri öğrenecek, saatlerce işleyeceksin, hazır modeller üzerinde çalışacaksın, aradan birkaç sene geçecek ve bir bakacaksın, kendi tasarımlarını yapmaya başlamışsın. İlham filân hikâye. İşin büyük kısmı bilgi, gayret ve emek.
Sekreter oldum olmasına ama ağırlıklı olarak çevirmen oldum. İşin zorluğu da hemen ortaya çıktı. Şu paragrafın ilk cümlesine yeniden bir bakar mısınız? “Sekreter oldum olmasına ama ağırlıklı olarak çevirmen oldum.” Cümlede sekiz sözcük var ve dördü, yarısı yani, “olmak” fiilinin çeşitli halleri. Olmak fiilinin vazgeçilmez bir yardımcı fiil olmasının yanı sıra olasılık, olanak, oluşturmak gibi sözcükler geliştirildikçe, iş daha da işinden çıkılmaz hale geldi.
Ah bir de şey sözcüğü vardır ki... Ne siz sorun, ne ben söyleyim! Anglosakson rahat rahat “one thing, something, anything” yazar ama siz karşılık bulamazsınız çünkü Türkçe’de şey, ifade eksikliğidir.
Derken, mesleki deformasyon başladı. Çeviri kitap okuyamaz, televizyon seyredemez oldum çünkü yanlış sözcük kullanımları kulaklarımı tırmalarken, belleğimin çekmecelerinde sürekli yeni sözcükler aramaya koyuldum.
Çevirmenlik akla zarar bir iştir dedim ya, en zor yanlarından biri sürekli eleştirilmektir. Eleştiriyi kimse sevmez. Bu açık. Emek verdiği işin üstünün karalanarak kırmızıya boyanmasından kim hoşlanır? Ancak çevirdiğiniz metni işin sahibine verdiğinizde, anlarsınız kullandığınız sözcüklerinizin sahibi bile değilsiniz. Örneğin ‘sözcük’ yazarsınız, ‘kelime’ diye değiştirir editörünüz (editör diyorum ama kimse alınmasın lütfen, benim çok ama çok sayıda editörüm oldu); meşhur olur ünlü; ahenk olur uyum; yanıt olur cevap... Yahu ben de biliyorum ama o an aklım o sözcüğü seçiveriyor. Vardır bunda da bir hikmet!
Bir de düzelteceğim diye bozanlar vardır. Meselâ (aman, ‘örneğin’ diye düzeltmeyin, ne olur) ‘art arda’ yazarım, üstünü karalar ve ‘ardarda’ yazar bazıları. Hadi al imlâ kılavuzunu eline bir saat dert anlat.
Bir tartışma konusu daha: Üslupta sadelikten hoşlanırım. Sözcük kullanımında cimriyim. Kimi editör “Ben bunu size karşı duymuş olduğum saygıdan ötürü yapıyorum” ifadesini beğenir, bense “size saygımdan” demekle yetinirim. Anlaşılıyor ki, üslubunuzun sahibi de siz değilsiniz.
Bazıları “ne iş yapıyorsunuz” diye sorar boş bir sohbet sırasında. Kitap çeviriyorum dediğiniz an yapıştırır: “İyi, oyalanıyorsunuz hiç değilse. Boş vaktinizde oturur yaparsınız ne güzel.” Ah, dışı seni içi beni yakar! Bir kere ki, iş dediğin boş vakitte yapılmaz. Büyük disiplin ister. Üstelik boş vakit bulsam bilgisayarın başında gözlerimi bozar, zihnimi paralar mıyım? Oturur, maviyi, yeşili seyrederim. Totomdan ter damlar, kimsenin umurunda olmaz. Bel, sırt ve boyun ağrıları, beynin “şeker!” diye inleyen sesini susturmak için tüketilen tatlılar, üstüne üstlük hareketsizlikten biriken kilolar... Neyse ki sigarayı birkaç yıl önce bırakmayı başardım.
Çoğunluğun başlıca merak konusu, işin para boyutu vardır ki, hiç girmesek daha iyi olur. Acayip hüzünlenip ağlayabilirsiniz valla.
Saydığım bu zorlukları ikiye katlamak ister misiniz? O zaman Yahudi bir çevirmen olarak, Yahudi bir editörle çalışın. Alın size iki kompleksli insan. Ne kompleksi diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Efendim, büyükannelerimizin ‘Elza Niyego Kompleksi’ vardı. Bu acıklı bir öyküdür ve bir mizah yazısında yeri olmamalıdır ama araştırmak isteyenler için: ‘Bir Türkleştirme Serüveni, Rıfat N Bali, s.109, İletişim Yayınları 1999’. Aslında Elza Niyego Kompleksi diye bir terim yok ama ben kullanmayı uygun buldum.
Yahudi çevirmen ile Yahudi editörün kompleksi ise, Yahudice konuşan büyükanneleridir. Bu yüzden herkesin kolaylıkla kullandığı ve Türkçe’ye gireli uzun yıllar olmuş sözcükler, onlar için “cızz”dır. Absürd örneğin. Editör gözlerini devire devire “absüüürd?” diye sorar, “tamam, değiştiriyorum” dersiniz hemen. Televizyonlar bangır bangır “start verildi”, “lanse edildi” diye bağırır; metin yazarı reklâm yıldızına “benim kocam larcdır” dedirtir, hiç sorun çıkmaz ama Yahudi çevirmen Türkçe’yi bozacak her türlü taşkınlıktan özenle imtina eder! Kocalar larc değil, geniştir; kahvaltı yapılmaz, edilir; alkış yapılmaz, alkışlanır; heyecan yapılmaz, duyulur; can pazarı kurulmaz, yaşanır.
Azınlıkların yoğun olduğu semtlerde, mahalleden dışarı çıkmadan hep bir arada yaşadıkları için Türkçe’yi öğrenemeyen ve “güzel dilimizi bozmak” ile suçlanan, aşağılanan hatta bazen hakaretlere uğrayan zavallı büyükannelerimizin verdiği rahatsızlığı telafi etmeyi başarmış olmalıyız ki... Bundan birkaç yıl önce NTV’de Türkçe nasıl kurtulur konulu bir programa Mario Levi’nin davet edilmiş olması dahi, ilahi adaletin varlığı hakkında şüphe duyanlara verilecek en güzel cevaptır.