Siz de “Vazgeçmek bazen kazanmaktır” diyenlerden misiniz? Karımız, kocamız, sevgilimiz, nişanlımız, işimiz, kariyerimiz, makamımız hepsinden bir gün vazgeçme zamanı geldiğinde takıntılarımızın tutsağı olup bırakamıyoruz doğamız gereği… Şu hayatta başımıza ne felaket geliyorsa çoğunlukla vazgeçmeyi öğrenememekten geliyor. Hâlbuki ne güzel olur tıpkı Can Yücel’in dediği gibi “Çok sahiplenmeden, çok ait olmadan yaşamak” bize verilen bu hayatı…
Uzun zamandır ilerletmeye çalıştığımız bir mesleğimiz var diyelim. Aslında o meslek ne size ne de çevrenize mutluluk veriyor, bir yanda para kazandırsa da diğer yandan her geçen gün sizden bir şeyler alıp götürüyor ama siz bir türlü bırakamıyorsunuz. Peki neden? Sadece vazgeçemediğimizden, bir gün ayrı kalsak sanki dünyanın sonuymuş gibi düşünüyoruz. Bir de makam sahipleri var aramızda, bir kurumda veya dernekte başkanlık yapanlar… Hani artık yerimizi genç birilerine devretsek daha iyi olacak biliyoruz ama ancak birilerinin bize bunu baskı yoluyla yaptırmasını bekliyoruz. Bilmiyoruz ki asıl liderler baskıdan değil özgür iradeden ortaya çıkarlar. Ya yürümeyen onlarca projeye, fikirlere ne demeli? Onlara da aynı sebepten yapışıp kalıyoruz. Yine vazgeçemediğimizden o yığın içerisinde asıl bize yarayacakları unutup kalabalıkta kayboluyoruz.
Vazgeçemediklerimizin en temelinde de sevdiklerimiz yatıyor… Sevdiğimizin de kendine ait bir yaşamı, kendi zevkleri olduğunu unutup bizim gibi olsun ve bizi hep sevsin istiyoruz. Biz aslında ona değil aynadaki suretimize aşık oluyoruz. Asıl zor olanı o bir gün gitmek isterse ona hayır dememek, ona aslında hiçbir zaman sahip olmadığının farkına varabilmek… Bazen de sevmediğimiz halde katlanıyoruz farklı sebeplerden o ilişkiye, hep içimizde “ya sonra?” korkusuyla bir gün âşık olup birini bulursam bırakıp giderim başka diyarlara diyoruz. Ama aşkın gelebilmesi için asıl meselenin hayatımızda âşık olmamızı engelleyen faktörleri ortadan kaldırmak olduğunu göremiyoruz.
Bu kış vizyonda epey ilgi gören “Kaybedenler Kulübü” filmini izlediniz mi? İster oradaki insanların hayatını tasvip edin, ister “serseri” deyin eminim onlar hayattan çoğumuzdan daha çok zevk alıyorlardır. Asıl olan insanın kendine değer verip kendinden asla vazgeçmemesidir. Ne bize işkence gibi gelip ama ay sonu cebimize para koyan işte ne de dışarıdan “ne güzel ilişkileri var” dedirtip içinde içimizi kemiren bir ilişkide bize hayır vardır. Fransızlar sahip olmak ile olmak arasındaki iki ayrı fiilde bize bu ayrımı gösterir. “Verbe avoir” (sahip olmak) ile “verbe être” (olmak) arasındaki farktadır bizi bu hayatta mutlu veya mutsuz kılan… İnsan hayatının değerini ancak bir şeylere sahip olmaktan sadece olmaya geçtikçe anlar. Sahip olmak fiili aslında bütün hatalı düşüncelerimizin de aynasıdır.
Demek ki birileri bize söylemeden zamanında bırakmak lazım bizi mutsuz eden her şeyi… İster büyük işler başarmış bir politikacı olalım ister bir kurum yöneticisi o gün geldiğinde koltuğa yapışmak yerine yol açmak lâzım yeni gelenlere. Geçtiğimiz yıl gazetemiz köşe yazarlarından Yakup Almelek’in “Allah ısmarladık” başlıklı son yazısını okuduğumda önce garipsesem de anlamıştım o gün vazgeçebilmenin erdemini… Keşke hepimiz onun gibi ardımızda güzel anılarla ve sıcak bir teşekkürle yaptığımız işleri sonlandırabilsek. Geliştiremediğimiz projelere, süresi dolan koltuklarımıza, bize üzen sevgililerimize, kısaca hayatı bize dar eden tüm alışkanlarımıza elveda…