Bir savaş, kendisinden önce gelenin ‘dayatmalar sonucu’ bitirilmiş olmasından dolayı başlar. Bunu özellikle İkinci Dünya Savaşı için söylemek yanlış olmaz.
İkinci Dünya Savaşı’nın son perdesidir Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları… Avrupa’da Almanya ve İtalya’nın 1945’in bahar aylarında teslim olmaları ile sona eren savaşın yakıcı günleri, Japonya’nın topyekûn direnişinden dolayı Pasifik’te bir türlü nihayete erememişti. O bombalar, geçmişi ile gururlanan bir ulusa diz çökertirken, hırsın, nefretin, çaresizliğin, kime neler yaptırabileceğini gözler önüne sermesi açısından ibret alınası bir ders veriyordu…
Uzayan savaşların her tür tahribatı ayyuka çıkarması bir yana, adaleti torpillemesi, değer yargılarını allak bullak etmesi, haklıyı suçlu ilan edebilmesi, haksızı taçlandırabilmesi gibi bir yıkıcılığı da var. Pasifik Savaşı örneğinde kimin çaresiz kimin inatçı ya da kimin saldırgan kimin mazlum olduğu çok çabuk karışır hafızalarda... Hiroşima ve Nagazaki’yi anmak her taşı yerli yerine koyacaksa eğer, o zaman değer kazanır, anlam bulur. Bu şekli ile düşünecek olursak, Çin’de ve Filipinlerde vahşetin en çarpıcı örneklerini veren, yüzyıllardır Asya’yı siyaseten yutma arzusu içinde yanıp tutuşan ve Pasifik’te Amerika’yı kendisine düşman ilan edecek kadar gücüne güvenen Japonya’yı ‘atom kurbanı’ ilan etmek, ne kadar doğru olur acaba?
Ancak olaya dar bir çerçevede bakmak, o savaş günlerinin günümüze bıraktığı mirası es geçmek olur. Tıpkı Holokost’tan çıkarılması gereken birçok ders olduğu gibi, Hiroşima ve Nagazaki’den de alınması gereken sonuçlar vardır, şüphesiz. Bunları görmemek, anlamsız savaşlar sonunda kaybedilen milyonlarca değerin anısına saygısızlık olmaz mı?
Bir savaş, kendisinden önce gelenin ‘dayatmalar sonucu’ bitirilmiş olmasından dolayı başlar. Bunu özellikle İkinci Dünya Savaşı için söylemek yanlış olmaz. Versailles Anlaşması’nın Almanya aleyhine getirdiği ağır bedelin Weimar Cumhuriyeti’nin omuzlarına terk edilmesinden sonra Nasyonal Sosyalizmin iktidar yürüyüşü başlamış ve lideri Adolf Hitler’in 30 Nisan 1945’te Berlin’deki bunkerinde intihar etmesi ile hüsran ve hayal kırıklığıyla sona ermiştir. Benzer şekilde, 19. yüzyılın ikinci yarısında Çin ile Japonya arasında başlayan, hemen sonrasında, 1905’te Çarlık Rusya’sı ile Japonya arasında patlak veren Asya’daki güç savaşlarının nafile sonuçsuzluğudur Güneşin Oğlu İmparatoru Pasifik Savaşları’na çeken.
Her ne olursa olsun, hırsın ve şişirilmiş gururun yönlendirdiği liderlerin sorgulanamaz kararları, çok değil 60, 70 yıl önce sivil, asker 70 milyon insanın canına mal olmuş. Ve atom bombası, belki de can havli ile, derde deva olur ümidi ile patlatılmış, bu savaş bitsin diye…
Ne acı! Ne paradoksal!
Bugün Hiroşima ve Nagazaki nükleer karşıtı kampanyalarda kullanılan önemli bir tema olarak algılanıyor. Oysa bu konumu yeterli değil. Bu iki kent, aynı zamanda, totaliter otoritenin tehlikelerini, sorgulanamayan liderliğin, despotik rejimlerin, kontrolsüz kalan kuvvetin nelere yol açabileceğini de gözler önüne seriyor. Soğuk savaş sonrası dengelerin belirsizleştiği, nükleer gücün – silahların dememek için – caydırıcı olmaktan, tehdit edici konuma yüceltildiği son yıllarda, ‘Hiroşima öğretilerine’ çok gereksinim var. Atom bombası kocaman acımasız bir savaşın son darbesiydi, 66 yıl önce… Nükleer bir saldırı, bugün, doğanın topyekûn tahribatına yol açacak bir sürecin ilk darbesi olacaktır.
Olup biteni komplo teorilerine bulaştırıp sağını solunu anlamsız şekilde manipüle etmeden, bunu anlamak ve ona göre hareket etmek gerek. Yoksa Holokost’u inkâr eden zihniyetin elinde oyuncak olan nükleer gücü kontrol etmenin yolu kesilecektir.