Çeşme’nin rüzgârlı bir günü... Plaja gittiysem de, deniz beni hiç çekmiyor. Kıyıdaki salaş bir kahvehanenin gölgesinde, eski bir arkadaşımla oturup çay içmeyi yeğliyorum. Dalgalara karşın çocuklar, hiç umursamadan kendilerini sulara atmak için yarışıyorlar. Bir zaman sınırı olmadan güneşlenenler çoğunlukta... Oturduğum yerin sınırlı olan masaları nedeniyle kalabalık daha yoğunlaşıyor.
Çocukların bağrışmaları arasında, yan masada konuşan kadınların sesine istemeden kulak veriyorum. İki anne genç kızlarından yakınıyor. Onların yaşamı umursamadıklarından, ev işlerine tümüyle kayıtsız kalmalarından, bir sorumluluk üstlenmemelerinden... Verdikleri örneklerle, görüşlerini, haklılıklarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Annelerin bu yakınmaları karşısında, arkadaşımın bakışlarında da benzer hayıflanmaları okuyorum. Çok geçmeden, ağzından bu sözcükler dökülüyor: “Doğru söylüyorlar!”
Belki bir rastlantı, konuşan bayanların genç kız çocukları ve ortak sorunları olabilir; ama bunu bir genelleme içine sokup herkesi aynı şekilde yargılayabilir miyiz? Ayrıca birbirlerine anlatırken, onların da konuyu ne denli abarttıklarını bilmiyorum. Bu konuşmaların üstünden bir süre geçtikten sonra, arkadaşıma konuyu ben açtım. Bu sorunun kaynağı olarak yalnız çocukları görmediğimi, bunda bizim de payımızın olduğunu belirttim. Olumlu ya da olumsuz, mutlaka arkadaşlarından etkilendiklerini, yaşları gereği başkaldırmalarını doğal gördüğümü söyledikten sonra ona Sadi’nin bir öyküsünü anlattım:
Ormanda gezinen bir derviş, bacaklarını kaybetmiş olan bir tilkiye rastlamış. Derviş kendi kendine, “Zavallı şey hayatta kalmayı nasıl beceriyor?” diye düşünmüş. Tam o sırada avını taşıyan bir kaplan çıkıvermiş. Kaplan istediği kadarını yemiş ve gerisini tilkiye bırakmış. Bir sonraki gün derviş geri gelmiş ve aynı şeyi görmüş.
Derviş, “Demek böyle oluyor” diye düşünmüş. “Ben de aynı şeyi deneyeceğim.” Derviş evine dönmüş, bir köşede oturmuş ve evrenin ona istediği her şeyi vermesini beklemiş. Günler geçmiş ve hiçbir şey gelmemiş. Sonunda, açlıktan ölme noktasına geldiğinde bir ses duymuş. “Yanlışı örnek alıyorsun. Bacakların var. Kaplan gibi ol, tilki gibi değil.”
Arkadaşım öyküyü dinledikten sonra bunun konumuzla ne ilgisi var, dercesine yüzüme bakınca açıklamak gereksinimini duydum:
- Gördüğüm kadarıyla, yalnızca iyi bir eğitim, başarılı geçen bir okul dönemi, bize iş yaşamındaki fırsatları altın tabakta sunmuyor. Belki atacağımız ilk adımlar için bu diplomalar, aldığımız dereceler önemlidir; ancak büyük bir rekabet içindeki iş ortamında, başarıyı yakalamak için, öyküdeki kaplan gibi olmak zorundayız: Beklemek değil, saldırmak! Her gün artan gereksinimleri karşılamak, elimizdeki olanakları iyileştirmek için daha çok çalışmamız gerektiğini de unutmayalım. Hani Çinlilerin bilinen bir sözü vardır; her gün balık vererek birinin karnını doyurmak yerine, balık tutmasını öğreterek, onun sürekli karnını doyurmasını sağlamak! Biz çocuklarımızdan bunu beklemeliyiz, diye düşünüyorum.
Yanıtımın arkadaşım için ne denli doyurucu olduğunu bilmiyorum; ama çocuklarımıza bazı hedefleri belirlemede yardımcı olarak, yaşam yolunda kimi seçenekleri göstermede etkili olabileceğimizi sanıyorum.