Nisan ayının sonunda kitap yazma bahanesiyle sizden izin istemiştim. İtiraf edeyim bu dört aylık süre zarfında kitap falan yazmadım. Yazamadım demiyorum, yazmadım! Aslında bal gibi niyetlenmiştim. Konuyu bulmuştum, hiç de kötü değildi. Küçüklüğünden beri kız gibi yetiştirilmiş, ancak askere çağrıldığında erkekliğini yaşamak zorunda kalan, beyaz Türklere asimile olmuş genç bir İstanbul Yahudisinin erkekliğini Yahudiliğiyle aynı anda keşfetmesi… Travmatik, dramatik, fakat aynı zamanda matrak bir roman. Kahramanımın adıysa… Şimdi sıkı durun: İskender! Neden vazgeçtiğimi anladınız mı?
Diyalog
Diyelim ki akşam vakti karımla baş başa oturuyor, sohbet ediyoruz. Gün içinde yaşadığım bir olayı anlatıyorum, “dirili dirili dirrr diriliii…” cep telefonu çalıyor… Kadın milleti meraklıdır ya, derhal zil sesinin kaynağını aramaya koyuluyor. Hele bir de çantasından geliyorsa yandı gülüm keten helva! Çanta koltuğa boca ediliyor. Zamanında bulabilse sorun yok. “Acil olsa tekrar arar” telkinlerim para etmiyor, arayan kişi geri aranıyor. Genellikle bir arkadaş ya da bir başka tanış-akraba var hatta… “Haa! Hıı… yaa?” nidalarıyla boş geçen bir yirmi dakikanın sonunda telefon kapatılıyor, sevgili eşim soruyor: “Ne diyordun?” Gel de anlat bakalım!
Entegrasyon
Biz Yahudiler entegre olmayı en kolay başarabilen milletiz. Baksanıza Pesah’ta, Roş Aşana’da Şalom çıkıyor, Ramazan ve Kurban Bayramları’nda çıkmıyor!
Pozitif ayrımcılık abi!
Bu bir alışkanlıktı, şirketimizin satış bölümüne her girdiğimde, tamamı erkeklerden oluşan satış ekibimizi “günaydın beyler” diyerek selamlardım. Günlerden bir gün, aynı bölümde siparişleri kaydetmekle görevli kızcağız odama daldı: “Sabahları herkese günaydın diyorsunuz, beni unutuyorsunuz”, dedi. Meğerse ‘günaydın beyler’ dememden kendisini yok saydığım, ayrımcılık yaptığım anlamını çıkarırmış. “Olur mu öyle şey! Sen de benim için herkes kadar değerlisin. Bundan böyle dikkat ederim abi!” deyiverdim. Kızın gözleri faltaşı gibi açıldı, bir an bana öfkeyle baktığını hissettim, hiçbir şey demeden odamı terk etti. Devirdiğim çamın altında ezilip kalmıştım. Ertesi sabah satış bölümünün kapısını araladım ve “Günaydın hanımlar” diyerek hızla olay mahallinden uzaklaştım. Ardımdan bir gülüşme duyar gibi oldum ama önemsemedim. O gün bu gün hep ‘günaydın hanımlar’ diyorum, aldıran çıkmıyor. Bir zamanlar dilime pelesenk olmuş abi sözcüğünüyse çok derinlere gömdüm. Pozitif ayrımcılık dedikleri bu olsa gerek! Geçenlerde gazetelerin birinde vardı, kadınların artık birbirlerine ‘abi’ diye hitap etmeleri demode olmuş…
Anlatayım bari…
Ara sıra başıma gelir; tanıdık birileri arar, durduk yerde “bu hafta çizdiğin karikatür güzel olmuş” derler. Ancak annem arayıp daha açık bir şekilde, “bu haftaki karikatürünü anladım, güzel olmuş” deyince meseleyi çözerim. Aslında o hafta çizdiğim karikatür beğenilmiş falan değildir, sadece anlaşılabilmiştir. Asıl sorun bir öncekindedir, zira o karikatür anlaşılmamıştır. Şalom’un 10 Ağustos tarihli nüshasında yer alan karikatür bunun en güzel örneklerindendir. Aslında o gece bir hayli yorgundum ve sabah erkenden yola çıkmalıydım. Somali’deki açlık sorununu nasıl işleyebilirim diye düşünürken buzdolabımızın üzerindeki ‘magnet’leri fark ettim. Çeşitli ülkelerden anı niyetine aldığımız, genellikle o yörenin yiyecek ya da içeceklerini simgeleyen mıknatıslı küçük düğmeler… Gitseydik Somali’den ne getirirdik acaba? Açlıktan ölmek üzere olan, zeytin gözlü bir çocuk mıknatısı mı? Fikir hoşuma gitti, hemen işe koyuldum. Ama buzdolabını büyük çizince magnetler kayboldu gitti. O saatte yeniden çizmeye üşendim, olmuştur dedim. Oysa magnetleri daha büyük ve anlaşılır, dolabıysa küçük çizmeliydim. Yani bu karikatür anlaşılamadıysa kabahat benimdir değerli okurlarım…