İftar sofrasında düşünceler

Köşe Yazısı
24 Ağustos 2011 Çarşamba

David Ojalvo

15Ağustos pazartesi akşamı gazetemizin sponsorluğunda gerçekleşen cemaatimizin geleneksel iftar yemeğine, genç dostlarımla birlikte ben de katıldım. Cemaat önderlerimizin ve çok değerli konukların katıldığı yemekte, birbirinden anlamlı mesajlar paylaşıldı. Konuşma metinleri, gazetemizin 17 Ağustos sayısında basıldı. Yıllardır yenilenen temenniler, dostluk ve kardeşlik vurgularında kendimi, toplumu aradım. Kim, nerede duruyordu? Yıllar geçtikçe aynı mesajlar tekrarlanırken, değişim ne ölçüde gerçekleşiyordu? Kardeşlik ve dostluk duyguları toplumun tabanına yayılıyor muydu?

***

Gecede, sokağa çıktığınızda halkımızın neredeyse yüzde 60’ının Yahudileri komşu olarak görmek istemediği, Yahudilere olumlu yaklaşanların yüzde10 seviyesinde kaldığı hatırlatıldı. Veriler tanıdıktı. Oranların üzerine, son düşüncelerimi aktarmak istiyorum.

Bu köşede Yahudi kimliğine dair algıları farklı yazılarımda ele almaya çalıştım. Ne bir Ortadoğu uzmanıydım ne de gizli bir ajandası olan bir örgüt üyesi. Gençtim, ideallerim vardı, anlatma kaygısı duyuyordum ve ‘nedenler’i aklımın erdiğince sorgulamaya çabalıyordum. Damarlarımda akan kan, herkes gibi bana da yaşam veriyordu; her doğan bebek gibi, masumiyet muhtemelen bana da atfedilmişti. Sonra büyüdüm, mutlu okul yıllarım oldu; üniversiteye girmemle birlikte bir yabancılaşma başladı. Türk kimliğim ısrarla sorgulanıyordu. Dünyanın kavgası çok büyüktü, ‘öteki’ etiketi varlığıma ilişmeye başladı. Tarihi öğrenerek, kitaplarımı okuyarak aydınlanmaya çalıştım, aydınlatmaya çalıştıkça gölgelerin izleri çoğaldı; ‘karanlık’ kesinlikle vardı. Yoksa 15 Kasım 2003 gibi bir tarih yaşanır mıydı?

2008’in son dönemi, hatırımda daha çok bir kırılma gibi durmakta. Ortadoğu’da patlak veren operasyonun ve 2010’da yaşanan ‘Mavi Marmara’ olayının yansımaları çok kötü ve hâlâ devam ediyor. Bugün itibariyle ülkemize ‘Yahudi’ veya ‘İsrail’ gibi kelimeleri kullanmanın, ‘kötü söz’ olma noktasına geldiğini açıkça görüyor, yaşıyorum. Adımın kökenleri sorgulandığında, dinimi açıklamaya fazlasıyla çekiniyorum. Biliyorum, yanlış anlaşılacağım. Biliyorum, etiketlendim. En iyi olasılıkla “eh sonuçta sen de insansın” deniyor veya dini kimliğim görmezden geliniyor, hoş görülüyorum. Düşüncelerimde yanıldığımı söyleyebilirsiniz; buna karşılık ricam “bu kötü psikolojiyi neden yaşadığımı” bana açıklamanız. Açıklayabilir misiniz? Yanlışlım, yanlışlık nerede?

Eğri oturup, doğru konuşmalı. Dolaylı imalarla karşılaşsam da, doğrudan dini kimliğime bir saldırıyı yaşamadım. Bu ‘açık yara’ olurdu. Ne var ki, yıllar içinde derinleşen bir sızı, ağırlık taşıdığım. Onunla ilerlemeyi öğreniyorum; ama beni rahatlatan, atalarımın çok daha kötülerini yaşadığı gerçeği olmamalı.

***

Birlikte yaşama kültüründen söz ediyorsak eğer, ‘iftar sofrası’ yürek ısıtıyor. Sevgi, paylaşım; hüzün kadar ortak bir dil… “O iftar sofralarının güzelliği nereden gelir”, diye soruyorum kendime. Cevap biraz da masaya otururken ve masadan kalkarkenki düşünce ve duygularda… Neleri getirdik sofraya? Nereye doğru gidiyoruz? Benim hüznümü, siz de anlatabilir misiniz?  Farklı sofralarda, gözlerimde yakaladığınız buğulu ışığı hatırlayabilir misiniz?

Dünyayı değiştiremezsen, sen değiş” derler. Bu sözü içselleştiriyorum. Algıladığım “dünyanın düzeni böyle, bir şekilde ayak uydur.

Neye ve nasıl, hangi dünyaya ayak uydurmam gerektiğini bana hatırlatın.