Alfred Nobel ile ilgili okuduğum bir yazı, kimi zaman küçük bir yanlışlığın hem insan, hem de insanlık için nasıl olumlu bir değişim yaratabildiğini anımsattı.
Nobel, o büyük servetini buluşu olan dinamitin lisansını hükümetlere satarak yapmış. 1888 yılında kardeşi Ludwing öldüğünde, önde gelen bir gazete, “Ölüm Taciri Öldü” diye bir başlık atarak, yanlışlıkla onun yerine Alfred’in ölüm haberini yayımlamış. Bu haberde, Nobel’in servetini, bütün dünyadaki ordulara ölüm ve yıkım konusunda daha etkili olmalarına yardım ederek yaptığı yazıyormuş.
O anda mirasından dehşete düşüp kendinden iğrenen Nobel, servetini insansal amaçlara adamaya karar vermiş. Bu amaca yönelik olarak da, her yıl bilim ve sanat dallarında verilecek Nobel Ödülü’nü kurmuş. Yaşarken “gaddar ve ruhsuz” diye nitelendirilmiş olan bu bilim adamı, öldükten sonra da tüm servetini bu ödüllerin dağıtılmasına bıraktığı için, birçok insan onun “deli” olduğunu söylemiş.
Gazetede yanlışlıkla verilen bir haberin, Alfred Nobel’de yarattığı değişimi, birkaç satırla da olsa aktarmak istedim.
Bu bilim insanın başına gelen olayı düşünürken, bilinçdışı olarak “ölmeden önce ölmek” sözleri dilimin ucuna geldi. Bu sözler, aslında birçok inançta yer alan bir tasavvuf kavramıdır; ancak buna felsefe penceresinden bakacak olursak, kişinin bir yaşam boyu yüklendiği eski değerleri geride bıraktığını, yeni değerlerle hayatını sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, kişi eski değerlerde ölmüş, yeni değerlerlerde yaşamaktadır.
Ölüm haberiyle kendini bir kırılma noktasında bulan, bir anda korkularıyla yüzleşen Alfred Nobel gibi...
Yaşantımızı yönlendiren, sürekli onların etkisinde bulunduğumuz iki önemli etmenin olduğunu biliyoruz: Korkularımız ve tutkularımız.
Ömür boyu biriktirdiğimiz, korumaya çalıştığımız, üstünde titrediğimiz maddesel değerleri yitirmekten korkarız. İster bizim hatalarımızdan kaynaklansın, isterse doğal bir afet sonucu olsun, sarıldığımız bu değerleri yitirme korkusu, her zaman yaşantımızı karartmak için yeterli olmaktadır. Daha da önemlisi, hastalıklar, yakın çevremizdeki insanları yitirme korkusu kadar, kendi ölümümüz! Bu korkuları aklımıza getirmemeye çalışsak da, her zaman pusuda beklediklerini biliriz.
Tutkulara gelince... Elimizdekiyle yetinmeyip, her zaman daha iyisini, daha güzelini arzuluyoruz. Ne denli kendimizi bu tutkulara kaptırmamaya çalışsak da, doymamışlık duygusu sürekli ağır basmakta, mutluluğumuzu gölgelemektedir.
Korku ve tutkuları geride bırakmış, bu değerlerde ölmüş bir insanın, o andan sonraki yaşama bakışı da mutlaka farklı olacaktır. Bu iki etmenin baskısından kurtulmakla, mutlu olmak için en önemli adımı atmış olacağız.
Tüm ömrünü kazanma tutkuyla geçirmiş olan Alfred Nobel’in, ölüm düşüncesi karşısında korkularının ağır bastığını, geride bırakacağı kötü bir ün kaygısının, onu tümüyle değiştirdiğini düşünüyorum.