Turizm cenneti Antalya’da her şey dâhil bir oteldeki tatilimin son günü… Akşam üstü odada sere serpe uzanmış dinlenirken önümden bir film şeridi gibi seneler geçiyor
Turizm cenneti Antalya’da her şey dâhil bir oteldeki tatilimin son günü… Akşam üstü odada sere serpe uzanmış dinlenirken önümden bir film şeridi gibi seneler geçiyor. Ne kadar çabuk değişmiş birkaç sene içerisinde çevrem, etrafımdaki herkes bir yerlere gitmiş. Kimi aşkından vazgeçmiş çekip gitmiş, kimi aşkıyla yepyeni umutlara yelken açmış. Peki ya ben? Bir haftalık bir kaçamakta bile İstanbul’u özler olmuşum. Bir an içime bir kaygı saplanıyor geleceğe dair, bir gün buralardan gidecek olsam nasıl yaparım?
Yaz ayları, yurtdışında hayatını kurmuş ama ailesi arkadaşları burada olan dostlarımızın tatil için ziyarete geldiği, anıların paylaşılıp hasret giderildiği güzel zamanlar… Herkes gittiği ülkenin avantajlarından, yeni iş olanaklarından bahsettikçe burada kalanlar da kısa bir süreliğine acaba diye sorarlar kendilerine. Muhabbet karşı tarafın buraya olan özlemiyle devam eder ve İstanbul’a özgün programlar yapılır. Son yıllarda bu muhabbetlerimize yaşadığımız bu toprağa dair endişelerimizde eklendi. Giden dostlar gittiği diyarlarda buradan gidenlerle nasıl bir ufak Türkiye yarattıklarını anlatadursun dışarıdan yaptıkları gözlemler “Emin misin burada kalmaya?” sorusunu daha hatırlatır oldu. Şu son yıllarda nasıl olup ta kendimize yeni ötekiler yaratmışsız kendi ülkemizde? “Ben bir Türk Yahudisiyim.” diyebilmek ya da kimi ülkelere alenen sempati duymak ne zaman bu kadar zorlaştı? Peki ya arada kalanlar hem buraya hem oraya ait olanlara ne oldu? Masum olmayan iktidarları eleştirirken, birbiri ile dostluk köprüleri kurmuş hem oradaki 100.000 gönüllü elçimizin hem de burada kalanların hislerini yok sayarak bir kalemde siliveriyoruz tarihsel bağlarımızı…
İşte bu yüzden kaygılarım var geleceğe dair, geçmişin hatalarından ders almama ihtimali yüzünden…
Tatil sona eriyor. Havalimanı dönüş yolunda Sarayburnu sırtlarında Topkapı sarayı her zamanki ihtişamı ile bizim selamlıyor. Tarihi yarım adayı geçerken içimde yine aynı his beni kemiriyor. Bundan 59 yıl önce Sarayburnu sahilinde 2,5 ay beklemiş Struma gemisini düşünüyorum. Acaba ben o gemiyi görmüş olsaydım yine aynı heyecanla bakabilir miydim masmavi denize? Eve döndüğümde taksi şoförünün “Ağabey kusura bakma bozuğum yok” diyip haksız yere beş liramı cebe indirmesine homurdanıyorum. Yurtdışında dostlarımın en az bir ay tatili varken ve ben kimi zaman günde 12 saat çalışırken tek kuruşumun bile haksız yere elimden alınmasına dayanamıyorum. Bundan yine 59 sene evvel birilerinin büyükbabamdan “varlık vergisi” adı altında nasıl servetini talep edebildiklerini düşünüyorum. Hani hepimiz eşit vatandaştık? Askerliğimin ikinci günü gazinoda televizyondaki haber üstüne “kahrolsun şu pis Yahudiler” deyip birkaç gün sonra beni tanıyınca pişmanlık duyan arkadaşı hatırlıyorum. Peki, bundan 60 sene evvel 20 Kura ihtiyatında olduğu gibi bir sabah kapıma askerler gelip, “Seni bir kere daha askere alıyoruz” deyip bir sene boyunca Anadolu’un ücra köşelerine amelelik yapmaya götürülmüş olsam… Sizce yine aynı özlemle bakabilir miydim döndüğümde İstanbul’a? İçimi kemiren bu düşüncelere rağmen ben soykırımda dindaşlarımızı kurtaran kahraman büyükelçilerimizin ülkesi,1992 yılında Dolmabahçe Sarayı’nda iki ülke başbakanlarının el ele verip bu topraklarda 500. yılımızı kutladığı Türkiye’yi görmek istiyorum. Anketler nüfusunun % 60’ı seni komşu olarak bile görmek istemiyor diyedursun, ben benden evvelki kuşaklarımın sanayiden modaya bilimden sanata adını altın harflerle yazdırdıkları dost sofralarında beraberce yemek yenen Türkiye’yi görmek istiyorum. Gazeteyi her açışımda Yahudi asıllı ile başlayan nefret söyleminin farklı boyutlarını görmek yerine cemaatimizin toplumumuza katkılarını okumayı tercih ediyorum. Çünkü ben, 6–7 Eylül’de azınlıkların mallarının sokağa dökülüp yerle bir edilen İstiklal Caddesi’ni değil, her dinden, her dilden, her diyardan insana kucağını açan caddeyi özlüyorum. Ama yine de endişe duyuyorum. Biliyorum ki büyüklerimiz her “Biz sizi çok severiz” dediklerinde bu aslında şartlı bir sevgi, aslında sizinkiler bizle iyi geçindiği sürece olacak bir sevgi…
Parçalanan bir imparatorluğun mirasını omuzlarında taşıyan toplumumuzda her kesimin derinlerde bir acısı oldu. Değişim hepimizde kalıcı yaralar bıraktı. Peki ya nedendir halen kendimize düşman yaratma isteyişimiz? Artık etrafta şahinler görmeye değil, barış güvercinlerine ihtiyacımız var. Geçtiğimiz günlerde bu barış güvercinlerinden, sevgili dostum Hay Eytan Yanarocak, genç yaşına rağmen iktidarların itiraf edemediği kadar cesurca anlattı bu iki toplumun tarihsel bağlarını katıldığı bir röportajda… Onun gibi akıntıya kürek çekmeye çalışan başka dostlarımız da var. 2003 yılında Dışişleri Bakanlığı’ndan üstün hizmet ödülü almış “Türkiyeliler Birliği” derneğini hiç duydunuz mu? Umarım gerek Antalya sahilleri gerekse Taksim otelleri kısa sürede tekrardan o bozuk Türkçe ile konuşan turistlerine kavuşurlar. Dileğim “biz ne yaptık” diye düşünmeden evvel Arap baharının örnek aldığı ülkemizin bir kez daha tarihe bakıp geçmişi hatırlaması… Gelin daha fazla ertelemeden bir adım atalım, kabuklarımızdan çıkıp ortak feryatlarımıza ortak acılarımıza kulak verelim, hiç kimseninkini birbirinden üstün görmeyip ötekileştirmeden… Şimdiye kadar hiç tanışmamış olsak bile ortak kaygılarımızı dile getirelim, ses verelim, şimdi hemen!