Değerli okuyucularım, aklımı kaybettim, hükmü yoktur, bulanların fazla kurcalamamalarını rica ediyorum.
Şimdi yukarıdaki satırı okuduktan sonra, yahu bu adam durduk yerde aklını nerede, nasıl, neden kaybetmiş gibi 5N1K’lık soruları halen başınızda olan aklınızdan geçirmişsinizdir muhtemelen. Lafı fazla dolandırmadan anlatayım.
Geçtiğimiz hafta sonu bir sivil toplum derneğinin kurultayındaydım. Davetli konuşmacılardan Profesör İnci Erdem Artan, Şirketlerde İnsan Faktörü - Yaşam Koçluğu başlıklı gayet keyifli konferansının bir yerinde, ‘acizliğin öğrenilmesi’ni hayvanlar üzerinde yapılan bazı deneyleri naklederek örnekledi. İşte o an, hayatımın bir takım evreleri gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti ve koptum!
Önce birinci örnek: Büyücek bir akvaryumu şeffaf bir camla ortadan bölüyorsunuz. Bir tarafa büyük balıkları, diğer tarafa da küçük balıkları salıyorsunuz. Doğal olarak büyük balıklar küçükleri yemek için karşı tarafa doğru hamle yaparlar ama her defasında cama toslayıp geri dönerler. Bu ataklar sürekli tekrarlanır. Ta ki büyük balıklar yılıncaya dek. İşte o zaman aradaki camı kaldırabilirsiniz. Zira büyük balıklar artık yan tarafa geçmezmiş…
İkinci deney pirelerle yapılıyor. Normalde yerden seksen santim yüksekliğe zıplayan pireleri toplayıp bir kutuya dolduruyorsunuz. Bu işi nasıl yapacağınızı tarif edemeyeceğim, zira İnci Hanım orasını es geçti… Her neyse, diyelim ki pireleri buldunuz, kutuya koydunuz. Şimdi kutunun yirmi santim üzerini camdan bir levhayla kapatıyorsunuz. Pireler seksen santim zıplayacağız derken, yirminci santimde cama toslayıp gerisin geri tepiyorlar. Bu pire eziyeti uzadıkça uzuyor. Sonra, pire milleti iyice sersemleyip sakinleşince, cam levhayı kaldırıyorsunuz. Pireleriniz artık yirmi santimden yukarı sıçrayamazmış, iyi mi?
Üçüncü ve son deney, kanımca en ilginci: Bu defa bir kafese beş maymun koyuyoruz. Kafesin ortasındaki bir direğin tepesine bir muz salkımı yerleştiriyoruz. Muzları gören maymunlar hemen direğe tırmanmaya başlıyorlar. İşte o an kafese tazyikli su püskürtülüyor, maymunlar panik içinde kaçışıyor. Daha sonra maymunların muzlara doğru her hamlesinde tazyikli su operasyonu tekrarlanıyor. Ta ki maymunlarımız hiç hoşlaşmadıkları bu zorunlu banyonun muzlarla ilintili olduğunu kavrayana dek… Muz sevdasından iyice tırsan maymunlar bezgin bir şekilde otururlarken, kafese yeni bir maymun buyur ediyoruz. Taze gelen, çevreyi şöyle bir yokladıktan sonra direğin tepesindeki muzları görüyor ve doğal hamlesini yapıyor. Tam direğe tırmanacakken, kafesin kıdemlileri onu yaka paça aşağı çekip bir güzel dövüyorlar. Acemi maymunumuzun muzlara yönelik her yeni hamlesi aynı şiddet eylemiyle engelleniyor. Sonunda o da vazgeçiyor. Ama deney burada bitmiyor. Tazyikli suyu tadan maymunlardan biri dışarı alınırken, kafese yeni bir maymun bırakılıyor. Yeni gelen de bir önceki gibi, muzlara dokunulmayacağını öğreninceye kadar hemcinslerinden bolca dayak yiyor.
Sonunda kafesimizin içinde tazyikli su eziyetini hiç yaşamamış, fakat muzlara niyetlenme cezasının dayak olduğunu bilen bir maymun grubu kalıyor. İlginç değil mi?
Başta dedim ya, bu örnekleri dinlerken gözlerimin önünden çeşitli görüntüler geçiyor... Önce okul yıllarım… Mutlak uyulası kurallar… Tarih dersleri…
Son günlerin gazetelerini düşünüyorum. Yorumlar peş peşe: Dersim ahalisi Kürt, Zaza ve Ermeni dönmelerinden oluşuyormuş. Zamanında onları bombalayan Sabiha Gökçen, Ermeni kökenli ilk kadın savaş pilotuymuş. Bu iddianın sahibiyse Ermeni olduğu için öldürülen Hrant Dink...
Öte yanda Suriye’ye gireriz, girmeyiz tartışması… Yanı başımızdaki nükleer savaş tehlikesi…
Yargı, önyargı, son yargı… Tutukluluklar… İddialar… Kadına şiddet… İç savaş uyarısı… Ayrımcılık örnekleri…
Bedelli askerlik tartışmaları; iyidir diyenler, kötüleyenler…
Askerlik anılarım depreşiyor… Çök komutuyla birlikte topluca yere çöktüğümüzü hatırlıyorum... Uyuşan dizlerimin üzerinde saatlerce beklediğimi... Sorgusuz sualsiz, düşünmeden; öyle olmalıdır diyen birilerine güvenerek, inanarak…
İnanmak güzel duygu; karışık kafalar için mükemmel merhem! Kargaşada sığınılacak en güvenli liman!
Schneidertempel’i hatırlıyorum. Yüz yıllık sinagog, yıllar önce kapılarını sanat merkezi olarak kamuya açtığında, ünlü sanatçı Ralph Steadman, eskiden Teva olarak kullanılan bölümde Bosna’daki kıyımı tasvir eden bir dia gösterisi yapmak istemişti. Ancak mekânın kutsallığını korumak adına engellemiştik. Çok şaşırmıştı sanatçı. Birkaç yıl sonra mekânımızı gezen İsrailli bir din otoritesine bu olayı anlatarak görüşünü almak istedim. Adam gülerek, “Eskiden Teva olan yerde hâlâ Sefer Tora ya da herhangi kutsal kitaplar bulunduruyor musunuz?” diye sormuş, “Bizim inancımızda boş dolaplara tapınmak yoktur, burası sinagog değil sanat yeri, keşke o gösteriyi yaptırsaydınız” demişti.
Sonra geçen Cumartesi sabahını hatırlıyorum: Schneidertempel’de Seramik sanatçısı Sevcan Çerkez’in eserleri sergileniyor. Serginin adı ‘Ödüm Koptu!’ Aşkenaz Cemaati kahvaltı veriyor, konuğumuzsa bu kez ABD’li bir din adamı. Kapının hemen girişinde, anı defteriyle kalemin yanı sıra sanatçının yaptığı minik bir heykelcik duruyor. ABD’li Yahudi din adamı kızgın: “Şabat günü bunlar burada olmamalı” diye azarlıyor galeri sorumlusunu. Ödümüz kopuyor...
Film şeridi hızla dönmeye devam ediyor… Acizliğimi öğreniyorum, aklım gidiveriyor… Bir yerlerde rastlarsınız, fazla kurcalamayın lütfen! Ya da iyisi mi hiç ilişmeyin, bırakın orada kalsın…