Yazar bir dostumla, kısa bir süre içinde yazdığı, nerdeyse bir kitap boyutundaki metin üstüne söyleşiyorduk. Bir ara şunları söyledi:
- İnanır mısın, bu kadar sayfayı ben ne zaman ve nasıl yazdım, bilmiyorum. İçimden gelen bir dürtü mü diyeyim ya da beynimdeki bir ses mi sanki bana bunları yazdırttı, onu da bilmiyorum. Yeniden ele aldığımda, bu yazdıklarımı hem bir yabancı gibi okuyor, hem de kendi kendime şaşıyorum.
Bu sözler bana hiç yabancı değil. Dostumun bu söylediklerini zaman zaman kendim yaşadım, başkalarından da duydum. Ayrıca sanatçıların, bilim insanlarının bu konuyla ilgili yazdıklarından, benzer deneyimleri yaşadıklarını okudum. Kendi payıma, bir solukta demeyeyim, ama çok kısa zamanda yazılmış oylumlu çalışmalara hiç imza atmadım. Buna karşın, dilimin ucuna bilinç dışı gelmiş birkaç dizenin ya da denemelerimde yer alan kimi paragrafların, beni şaşırttığını söyleyebilirim. Buna ister çoğunluğun bildiği ortak sözcükle “esin” diyelim, isterse bilincin bir oyunu; adı bir yana, bu tür bir yaratıcı ses, içimde yer alan bir başka ben’in varlığını düşündürtüyor. Yunus Emre’nin dizesiyle söyleyecek olursak:
“Bende bir ben vardır benden içerü”
Zaman zaman içimizde yeni düşünceler, farklı buluşlar filizlenir. Ya üstünde durmayız ya da bir süre sonra bunları unutur gideriz; oysa bu ansızın çakan kıvılcımlar, bir bilim insanı veya bir sanatçı için yaratıcı birer etmen olmaktadır. Bir şair için belki farklı bir söz, bir yazar için değişik bir kurgu, bir ressam için renk ya da ışık, bir müzik insanı için yeni bir ses... Bilimin her dalında da, yaratıcı düşüncelerin her zaman pusuda beklediklerini, beklenmedik bir anda ortaya çıktıklarını unutmayalım. Kuşku yok ki beynimiz aracılığıyla aldığımız bu iletileri değerlendirecek bir birikime, deneyime sahip olmak koşuluyla... Yoksa akla gelmiş bir düşünce, tasarlanmış bir sanat yapıtı, teknolojide yeni bir buluş, işlenip yaşama kazandırılmadığı ya da bir başka yaratıcı tarafından ele alınmadığı sürece, sonuçta yok olup gidecektir.
Yıllar öncesine kadar yatağımın başucunda mutlaka bir kalemle defter bulundururdum. Gecenin hangi saati olursa olsun, beynimde bir düşünce ışığı yandığında ya da dilimin ucuna bir dize düştüğünde, aklımdakileri unutmadan hemen yazmaya çalışırdım. Ertesi sabah bunları gözden geçirdiğim zaman, kimi sözler nasıl da yabancı gelirdi! Şayet o anda bunları yazamadıysam, sabah uyandığımda bir gece önce düşündüklerimin çoğu belleğimden silinmiş oluyor. Bu şekilde yazıya dökülmeden kim bilir ne dizeler uçup gitmiş, ne fikirler daha doğmadan ölmüştür!
Ünlü Arjantinli yazar Jorge Luis Borges yazma konusunda düşüncelerini aktarırken, yazarların konu aradıklarına inanmadığını, tersine konuların yazarları bulduğunu söylüyordu. Onun Borges ve Ben adlı kısa anlatısı şu tümceyle bitiyor:
“Bu satırları hangimiz yazıyor, ben mi, o mu, bilmiyorum.”
Ben de bilmiyorum...
Benim de içimde bir başka ben mi var?