Daha dün gibi girdiğimiz 2011 hızla parmaklarımızın arasından akıp gidiyor. Son viraj alındı… Şimdi her aşamada bir muhasebe yapılıyor… Çok da fazla irdelemeye gerek olmadan 2011 yılını nitelemek olası: Sürprizlerle dolu, heyecanlı, dinamik, kuralsız…
Tarih içinden geçmekte olduğumuz dönemi ileride nasıl yazacak, nasıl yargılayacak? Bunu bugünden kestirmek ve somut hükümlere varmak olası değil.
Arap Baharı ile birlikte Ortadoğu’da İsrail – Filistin çekişmesinin son dönemlerde dillendirilmemesi; Suriye’nin Arap aleminde tecrit edilmesi; Türkiye – Suriye ilişkilerinin Türkiye – İsrail ilişkilerinde yaşanan olumsuzlukların üstünü örtmesi; Türkiye – İran ilişkilerinin füze kalkanının ipoteği altına girmesi; Rusya’da ‘al gülüm – ver gülüm dönemi’ ile parlamenter demokrasi ile adeta dalga geçilmesi; Tahran rejimine karşı seslerin daha gür çıkmaya başlaması; Afrika’da artan açlık tehlikesi; çevre sorunların kısa bir gelecekte ‘sokaktaki insanı’ doğrudan tehdit edecek büyüklüğe ulaşmaya aday olması; Çin ve Hindistan gibi demografik anlamda hakim ülkelerin yapısal sorunlarının üstesinden nasıl gelecekleri konusu; Avrupa’da sosyal sarsıntıların önünü açmaya aday ekonomik problemler ve dünyayı bekleyen önemli seçimler… Amerika’da, Fransa’da, Almanya’da, İsrail’de… Bunların yanı sıra Arap aleminde, Rusya’da, Venezüella’da, Meksika’da…
Küreselleşen dünyada ülke ve ulusların, toplum ve bireylerin birbirlerine giderek daha fazla bağımlı hale gelmeleri, bu anlamda hayatı daha girift hale getiriyor. Sorunlar birbiri ardından, hızla masanın üstüne yağarken, bunların altından kalkacak vizyona, cesarete sahip lider ve kadroların oluşması önem arz ediyor.
“Politika iki düzlemde çalışır. Güç savaşı ile anlam bulan basit, pragmatik düzlem, seçimlerde hangi partinin, hangi liderin galip geleceği ile ilgilidir. Ancak bunun arkasında, bundan daha derin ideolojik bir düzlem vardır. Sağ ile sol, liberalizm ile otokrasi arasındaki sistemsel savaş…” The Economist Dergisi’nin ‘2012’de Dünya’ adlı özel sayısında John Micklethwait, ‘Demokrasi ve Düşmanları’ başlıklı makalesine bu tespitle başlıyor.
1990’lara damgasını vuran Sovyet sisteminin çökmesiydi. Beklenmedik hızla yerle bir olan demir perdenin yaşattığı girdap batılı çoğunluk tarafından liberal demokrasinin zaferi olarak değerlendirilmişti. Ancak 11 Eylül saldırıları ile başlayan yüzyılın ilk on yılının akışı, işlerin demokrasi ve insan hakları yanlıları için çok da kolay olmayacağının ilk belirtilerini verdi. Aynı dili konuşamama, aynı beklentileri paylaşamama globalleşmenin önüne set çeken önemli bir unsur oldu. Bu anlamda küreselleşme prematüre doğdu… ‘Medeniyetler Çatışması’ kimine göre eşsiz bir kuramdı, kimine göre de, yanıtı pahalı sorunlarda topu taca atmak için başvurulan bir çare…
Şimdilerde batının ekonomik sıkıntılarla boğuşması ‘liberal – kapitalist’ sistemin çöküşünü mü ifade etmeli? Rusya’dan Peru’ya, Kamboçya’dan Kamerun’a, Çin’e görülen ‘rekabetçi otoriterlik’ tıpkı 19. yüzyıl Avrupa’sında olduğu gibi ülkeleri avucunun içine mi alıyor? Siyasi erkin toplumun değişik katmanları arasında tartışmalı bir şekilde paylaştırıldığı, daha doğru bir deyişle paylaştırılıyor gibi yapıldığı, seçim hileleri ve insan hakları ihlalleri ile anlam bulan bu yapının güçlenmesi demokratik yaşantıyı tehlikeye sokacak cinsten.
Kendini militarizm, yabancı düşmanlığı ve korumacılık gibi olgularla tanımlayan siyasi hareketlerin, dünyanın çeşitli yörelerinde - yalancı opsiyonlarken - dillendirilmeye başlaması işlerin 2011 sonunda çok da iyi gitmediğini söylüyor.
“Sorunlar konuşmalar, müzakereler ile giderilmez. Bu vakit kaybıdır. Sorunları ancak kan ve demir çözer” demişti Bismarck. O fikrin ardından gidenlerin nelere mal oldukları yakın tarihimizi oluşturuyor, unutmamak gerek.