Klişeleştirebildiklerimizden misiniz acaba?

İzel ROZENTAL Köşe Yazısı
14 Aralık 2011 Çarşamba

Fransa’nın güneyinde, küçük bir kıyı kasabasının lokantalarından birinde dört arkadaş öğle yemeği yiyoruz.  Turistlik yaptığımız için neşemiz yerinde, acelemiz yok, aramızda gülüşüyor, eğleniyoruz. Derken, yan masada tek başına oturan orta yaşlı, şık giyimli beyefendinin gazetesini indirdiğini ve gözlüklerinin üzerinden bizi süzdüğünü fark ediyorum. Yüksek sesle konuşarak adamı rahatsız mı ettik acaba diye düşünürken, “Affedersiniz” diye sesleniyor adam büyük bir kibarlıkla, “konuşmalarınıza istemeden kulak kabarttım, bir türlü çözemedim. Kabalık etmek istemem ama hangi lisanı konuştuğunuzu çok merak ediyorum!

Tatil havasındayız ya, insanın canı eğlence çekiyor. Adamdan tahminlerde bulunmasını istiyoruz. Biraz düşünüyor, birkaç lisan sayıyor, yaklaşamıyor bile! Sonunda iş iddiaya biniyor, kendisine son olarak üç tahmin şansı daha tanıyoruz, bilirse kahveler bizden, bilemezse ondan. Bilemiyor, kahveleri kazanıyoruz. Karşılığında da Türkçe konuştuğumuzu ifşa ediyoruz tabii ki…

Adam inanmakta güçlük çekiyor. “Türksünüz ha!” diye defalarca tekrarlamaktan kendini alamıyor. Belli ki kafasındaki Türk imajıyla bizim görüntümüz birbirine uymuyor. Kendini tutmasa, “ama sizde hiç ‘tête de Turc*’ yok” deyiverecek!

***

Adana’dayım. Altın Koza Festivali kapsamında gerçekleştirilen yan etkinliklerden bir karikatür sergisinin açılışı. Salon kalabalık. Programda açılış konuşmasını yapacağım belirtilmiş ama organizatörler dışında beni tanıyan yok. Davetliler resmi açılış öncesi küçük gruplar halinde duvarlardaki karikatürleri seyrederken çeşitli yorumlarda bulunuyorlar. Merak bu ya, tepkileri öğrenmek için beş altı kişilik gruplardan birine katılıyorum. Derken içlerinden biri saatine bakıyor, “Açılış gecikecek galiba, İzel Hanım gelememiş herhalde” diyor. Bu laf üzerine hepsi birden salona bakıyor. Belli ki etrafta İzel Hanım’a benzeyen birisini arıyorlar.  Kendimi tutamıyorum: “Sizi hayal kırıklığına uğratacağım için üzgünüm ama beklediğiniz İzel benim” diyerek kendimi ihbar ediyorum. Şaşkınlıkla bana bakıyorlar. İzel Hanım gelememiş galiba diyen zat mahcup, durumu kurtarmak için hamle yapıyor: “Çok özür dilerim, ben adınızdan dolayı sizi bayan sanmıştım.” Cesaretlenen bir başkası atılıyor: “Soyadınız da farklı, kökeniniz nedir?”

Artık iyice aşina olduğum bu soru karşısında lafı biraz dolandırmayı severim, can alıcı hamleyi sona bırakırım: “Baba tarafım orta Avrupa Aşkenazlarındandır, Kırım dolaylarından gelmişler, anne tarafımsa İspanya Sefaradlarındandır, Selanik’ten İstanbul’a gelmişler. Anlayacağınız Yahudi’yim!

Asır gibi süren kısa bir sessizlik anı ve istem dışı çıkan bir “Estağfurullah!” nidası…  Ardından durumu düzeltmek adına fakat daha da berbat eden bir yorum: “Hiç benzemiyorsunuz ama…” Her neye ya da kime benzemem gerekiyorsa?

Küçük grubu teselli etmek yine bana düşüyor, “Üzülmeyin canım, o kadar da kötü bir şey değil, ben alıştım!”

***

Korsika’dayım bu kez. Bastia kentinde üç günlük uluslararası bir karikatür sempozyumu düzenleniyor. Çeşitli ülkelerden çizerler bir araya gelmişiz. Oturumlar süresince bol bol fikir alışverişinde bulunuyoruz. Ama eğlence de eksik değil tabii… Aramızda ev sahipleri, yani Korsikalı çizerler de var bolca. Konumuz klişeler. Korsikalılar öfkeli. Fransızlara veryansın ediyorlar. Ortadoğu savaşı, İsrail-Arap anlaşmazlığı, ekonomik kriz, Afganistan, Irak, İran sorunları onları hiç ilgilendirmiyor. Tek dertleri Fransızların kafasındaki Korsikalı imajı! “Biz bu muyuz?” diye haykırıyorlar. Sert bakışlı, keçi inatlı, belleri bıçaklı tipler olarak çizilmekten, öyle tanıtılmaktan bıkmışlar, isyan ediyorlar. Tartışmalar büyüyerek sürüyor. Oturumu yöneten kişi tüm çabalarına karşın konuyu bir türlü değiştiremiyor. Korsikalılar birbirlerinden güç alarak saldırının dozunu giderek artırıyorlar. Yanlarında oturduğum Fransızlar suspus, neredeyse koltuklarının altına sığınacaklar! “Sakın ses çıkarmayın”, diyor içlerinden biri, “birazdan bıçaklarını çekebilirler!”

Akşamına partideyiz. Hava güzel, yemekler nefis, sahnede muhteşem bir orkestra var, dans pisti kalabalık, anlayacağınız ortam mükemmel! Hep birlikte hora teperken barda göz ucuyla bizi süzen sert bakışlı Korsikalı çizerleri fark ediyorum. “Hâlâ yatışmamışlar galiba” diyorum omzumdan coşkuyla çekiştiren Korsikalı şişman hanıma. “Ha, onlar mı? Takmayın siz, hep ciddidirler. Korsika erkeği bu tür eğlencelerden hoşlanmaz, dans etmeyi sevmez!”

***

Yukarıda aktarmaya çalıştığım bu üç anının, her ne kadar birbirleriyle bağlantıları yok gibi görünüyorsa da, yüzeysel olarak ortak bir paydaları var: Klişe!

‘Öteki’ hakkında beyinlerimize çeşitli şablonlar yerleştiriyoruz. ‘Öteki’yi mutlaka bir şablona oturtmak için çabalıyoruz. Oturmayınca da şaşırıyoruz. Bıyıksız bir Türk, karikatür çizen bir Yahudi, çılgıncasına dans eden bir Korsikalı beynimizdeki klişelere uymuyor. Kürt için, Yahudi için, Arap için keskin hatlarla belirlenmiş klişelerimiz var.  Ülkeler için de öyle…

Şimdilerde çocuklar hâlâ söylüyor mudur bilmem, küçükken bir tekerlememiz vardı: “Bir ki üçler, yaşasın Türkler, dört beş altı, Polonya battı, yedi sekiz dokuz, Almanya domuz, on onbir oniki, İtalya tilki,  onüç ondört onbeş, Fransa kalleş…” Birini kızdırmak istediğimizde bilinçsizce ‘korkak Yahudi’ diye bağırırdık. Rusları ayı, Arapları da ‘arkadan hançerleyenler’ olarak bellemiştik.

İtiraf edeyim, ben bu tür klişeleri hiç umursamıyorum. Üstelik beni klişeleştiren insanları şaşırtmaya bayılıyorum.

*Tête de Turc: Türk kafası, Fransızların sarıklı ve türbanlı başlara atfen kullandıkları aşağılayıcı bir terim.