Doğum günü tarihlerini sevmem, yılbaşları benim için daha tutarlıdır. Sayılar nettir, 2011’den 1971’i çıkarttığım gibi doğru rakamı bulurum!
1971 yılında tam yirmi yaşında bir delikanlıydım ve askere alınmıştım. Benim için önemli bir dönüm noktasıydı, hayata bakışım bir anda değişivermişti. Çocukken hep yirmi yaşında olmayı düşlerdim. Oysa yirmi yaşına ulaştığımda hayatın hiç de sandığım gibi basit olmadığını anladım. Sorumluluk olgusu bir hamal küfesi gibi omuzlarıma yüklendi!
Yimidördüncü yaşımda evlendim, yirmibeşinci yaşımda baba oldum, yetmemiş olmalı ki yirmiyedinci yaşımda bir kez daha baba oldum. Sorumluluk küfesi tıka basa doluyor, omuzlarımdaki yük ağırlaştıkça ağırlaşıyordu! Çalışmam, daha fazla çalışmam gerekiyordu. Ama gözlerimin önüne bir hedef/havuç yerleştirmiştim. Ta ufukta ulaşmak istediğim bir liman hayal etmiştim. İşte o hayali liman benim havucum olmuştu. Engin hayat denizinde kırkıncı yaş, güzel ve sakin bir sahil kasabası gibi ışıl ışıl parıldıyor, umut vaat ediyordu. Altımda sandal, sırtımda küfe, kırkıncı yaşıma doğru heyecanla kürek çekmeye koyuldum.
Yıllar nasıl geçti bilmiyorum! Yol boyunca avuçlarımın içi nasır tuttu. Kimi zaman ıskarmoz kırıldı, kimi zaman kayış koptu. Yılmadım, bozulanları kırılanları onardım, yapıştırdım, yola devam ettim. Hedeflediğim limana ulaştığımda yapmak istediklerimin belki bir kısmını gerçekleştirmiştim ama henüz bitmemişti. Hâlâ güçlü ve arzuluydum. Üstelik ileriye yönelik belirlenmiş pek çok beklenti ve isteklerim vardı. Fakat şöyle bir dönüp geriye baktığımda, onca yıldır kürek çekmeme rağmen suda pek iz bırakmamış olduğumu gördüm. Küfemi içindekilerle birlikte sandalıma yerleştirdim, sandalın ipini de kırk yaş iskelesinin babalarından birine sıkıca bağladım.
Yazıp çizmeye işte o zaman başladım. Yıl 1991 idi ve tam kırk yaşındaydım. Yani yıllar boyunca ulaşmak amacıyla sandalımın küreklerine var gücümle asıldığım yaş… Bu tılsımlı yaşı bırakmaya hiç ama hiç niyetim yoktu! Yıllar birer birer yanımdan geçtiyse de, sandalım hep aynı iskelenin babasına bağlı kaldı. İskelenin çevresine kazıdığım izler kalıcıymış gibi geliyordu bana; denizde bırakılanlar gibi köpük olup erimiyorlardı çünkü... Kırk yaş iskelesinden ayrılmayı hiç istemedim. Saçıma sakalıma düşen aklar bile kırk yaşımdan uzaklaştıramadılar beni. Evet, inanılır gibi değil ama tam yirmi yıldır ben kırk yaşındayım!
Ama artık vedalaşma zamanı geldi. İskele kalabalıklaştı, yer daralıyor… Her tarafta kargaşa ve curcuna var. Rahatsızım. Birazdan 2011 sona erecek. Anlaşılan o ki, tıpkı şairin dediği gibi, “Artık demir almak günü gelmiş zamandan”! Usulca sandalımın ipini çözüp yeniden yola koyulmam gerek.
Aydın Boysan’ın internette dolaşan şu sözleri beni yüreklendirmiyor değil: “Beni 61 yaşımda gazete yazıları yazmaya götüren içki arkadaşlarım oldu. İlk kitabım çıktığında 63 yaşımdaydım. Kırkıncı çıkıyor bak şimdi. 63 yaşından sonra. Hesabı yok, hesabı. Bir de her şey çok hesaba gelirse zaten tadı kalmıyor yaşamanın.”
Hesap yapmıyorum ama sanki bu kez kendimde kürek çekecek gücü bulamıyorum. Üzerimde bir bezginlik var, havucu da göremiyorum. Ben arkada uslu uslu otururken küreğe bir başkasının geçmesini düşlüyorum. Dönüş yolunu biliyorum, tarif edebilirim. Ama ileride ne var hiç bilmiyorum. Hedef de belirleyemiyorum. Kürekleri her kim çekecekse acele etmesin, gıdım gıdım yol alalım… Hedef belki de çok uzaklarda ama zaman şimdi bana daha kısa görünüyor… Kim bilir, belki de yolun ortasında bir yerde sandaldan atlayasım gelir?
Mutlu yıllar!