İnsanlar vardır, sürekli hallerinden şikâyet eder. Bu tür tanıdıklarınız vardır, eminim. Nasılsın diye sorduğunuza pişman olursunuz. Hani “bir dokun bin ah işit” derler ya, o hesap işte.
Karşımızdakinin ne durumda olduğunu nadiren merak ederiz. İş olsun diye halini sorar ama cevabını beklemeden ya çekip gider, ya da başka konuya geçeriz. Vaktimiz yok, acayip meşgulüz, ilgisiziz. Ama birine “nasılsın” diye sorduğumuzda, karşılığında bize “sen nasılsın” demezse çok alınırız, o başka hikâye.
Sözünü ettiğim şikâyetçi arkadaşların başlıca sorunu, geçmişle hesaplarını kapatıp bir türlü unutamamaktan kaynaklanır –ki bundan ayrı bir zevk alırlar sanırım. Geçmiş zamanda ve hayallerini geriye dönük yaşamak, onlara bugünü (seyirci olarak değil de) başrolde yaşamaktan daha kolay geliyordur. Örneğin bu tiplerden biri beni her yakaladığında, yirmi yıl önce birikimlerini başka türlü değerlendirseydi bugün ne kadar parası olacaktı sohbetiyle yiyip bitirir. Boş ver, geçti artık demenin yararı yoktur çünkü o bu sahte acıdan beslenir!
Aynı arkadaş birkaç sene önce katarakt ameliyatı oldu. Nasıl mutsuzdu anlatamam. Doktoruna sayıp sövüyor, hiçbir şey görmediğinden yakınıp duruyordu. Derken bir yakınımın aynı ameliyatı geçirmesi gerekti. Sorup soruşturduk, pek çok kişi, şikayetçi arkadaşın doktorunun adını söyledi. Siz siz olun ve karar verin bakalım. Doktorluk zor meslektir. Hata kaldırmaz. Daha doğrusu, tek bir hata yapması bile fazladır. Mecburen başka isimler aradık ve bulduk. Geçenlerde rastladım şikâyetçi arkadaşıma. “Gözlerin nasıl?” diye sordum. Şaşkın şaşkın kırpıştırdı gözlerini. “Gözlerim mi? Gayet iyi.” İçimdeki küfürbaz maymun açtı ağzını, yumdu gözünü... ama kimse duymadı.
Önyargı kötü! Önyargıya neden olmak daha da kötü! İnsanın kaç ilk izlenim hakkı vardır? Adı üstünde: tek bir tane. Ve bazıları kötü konuşarak o ilk izlenimi baştan olumsuza çeviriyor. Yazımın başlığının neden Boğaz Dokuz Boğum olduğunu belki şimdi anlatabilmişimdir. Kişi konuşmadan önce her bir lâfını tartmalı, ölçmeli biçmeli, nereye gideceğini hesaplamalı ve öyle konuşmalı. Başka bir deyişle, insan her sözcüğünü boğazının bir boğumunda bekletirse, bu ölçme biçme işi hasarsız bir şekilde atlatır. Hele ki kötü konuşacaksa!
Evvel zaman içinde, kötü konuşmayı (laşon ara) günlük sporu haline getiren bir adam varmış. Kasabadaki herkesin ipliğini, doğru yanlış pazara çıkardıktan sonra aniden pişman olmuş ve Rabi’ye gitmiş. “Rabi, ben ettim, sen etme. Ben bütün sözlerimi geri almak istiyorum. Söyle, ne yapayım?” Rabi’nin çözümü hazırmış. “Kuştüyü bir yastıkla keskin bir bıçak al ve gece yarısı kasabanın meydanına gel.” Dedikoducu, Rabi’nin sözlerini harfiyen yerine getirmiş ve gece yarısı meydanın yolunu tutmuş. “Yastığı bıçakla parçala” diye buyurmuş Rabi. Deli deli esen rüzgâr, kuştüylerini bir anda dört bir yana savurmuş. Dedikoducu, görevini yerine getirdiğini sanarak rahatlamış. Ne var ki, tam arkasını dönüp gidecekken, rabi seslenmiş. “Nereye? Şimdi dağılan bütün kuştüylerini toplaman gerekiyor.” “Ama rabi, nasıl toplarım? Rüzgâr hepsini dağıttı. Tüylerin kimi kuyuların dibine gitti, kimi çatıların üstüne.” Rabi cevap vermiş: “Senin yıllardır yaydığın kötü sözler kim bilir nerelere gitti. Bugün ne yapsan boş! Artık önümüzdeki maçlara bakacağız!”
Yani ne yaparsak yapalım, sözlerimizle itibarını zedelediğimiz bir kişinin adını temize çıkarmamız çok zor. O yüzden, boğaz dokuz boğum... diyecekken, aklıma başka bir şey geldi.
Uzunca bir süredir doktorlarımı ve beni rahatsız eden bir meseleyi kökten halletmeye karar vererek, geçenlerde bıçak altına yattım. Ameliyat öncesindeki günleri, hatta bir gece öncesini gerilim içinde geçirdim desem, yalan olur. Kendimi tamamıyla Aşem’e teslim ettim. “Olacaklar bir tek O’nun Eli’ndedir” dedim ve keyfime baktım. Büyük gün, sevdiklerime el sallayarak ameliyathanenin yolunun tuttum. Sonra, eşimin hayal meyal seçtiğim yüzü... ve müthiş bir boğaz ağrısı. Gel de boğazın dokuz boğum olduğunu hatırlama! İnanın her bir boğumu hissettim. Lâfı bekletmek değil, yutmak bile imkânsızdı. Daha ilk boğumda sıkışıp kalıyordu sözlerim. Sizi ayrıntılarla sıkmaya hiç niyetim yok sevgili okurlar. Ertesi gün taburcu oldum ama beni muhtemelen ameliyathanede üşüttüklerinden, boğazımın dokuz boğumunun dokuzu da hastalandı.
“His var mı bu âlemde nekahet gibi tatlı” demiş şair ama inanın, nekahet hiç tatlı değil! Sabahları annemi arayıp minik bir sesle “Anne, anneciğim” diye zırladığım, kulakları ağır işittiği için “Mamika...” diye tekrarladığım ve çeşitli iyilik sözleri vermesini istediğim ve amaçladığım koşulsuz teslimiyete ulaşmak için birkaç fırın daha ekmek yemem gerektiğini kanıtlayan zor bir dönem!
Diyeceğim şu ki sevgili okurlar, koca kadın da olsa, insan hâlâ annesinin teselli ve desteğine ihtiyaç duyuyor. Aşem büyüklerimizi başımızdan eksik etmesin, tümüne sağlıklı ve güzel ömürler versin. Amen.