ALP ALKAŞ
Güzel ve keyifli bir yazı yazmak için klavyenin başın oturdum aslında. Transfer haberi bile takip etmenin keyfini çıkarmadığımız bir yazın sonunda, sonbahara girerken şöyle güzel bir hikâye olsun istedim. Gerçi takip edebildiğim kadarıyla İstanbul’da yaz hâlâ devam ediyor ama yine de... Son zamanlardaki haberlere şöyle bir göz attım herhangi bir şey çıkar mı diye...
Yeni bir şey olsun olmasın her gün en az bir doz şike soruşturması aldığımızı fark ettim. O kadar sıkıcı ve neresinden tutsan elinde kalan bir konu ki, konu hakkında yorum yapan yetmiş milyon birinci insan olmak istemiyorum. Zaten Galatasaray harici Türkiye Ligi’ni seyretmeyi bırakmıştım. Şimdi neredeyse Hollanda ligini takip ettiğim kadar takip ediyorum sözde süper ligi. Spor Toto’ya falan da yazık zaten. Ligin adını direkt Lig TV yapsak sanırım herkes rahatlayacak. Zaten mahalledeki topun sahibi olan çocuk onlar.
Ardından milli takımlarımızın beklenti yönetememe beceriksizliğinin sonucunda pek parlak olmayan performansları ve bunu fırsat bilen medyamızın “ben olsaydım farklı olurdu” temalı, gizli öznesi bol cümleleri geliyor. Son iki Dünya Kupası’nda yer almadığı halde hâlâ futbol milli takımına dünya üçüncüsü diyen ülkenin sürekli başarılar kazanması oldukça zor zaten. Bu kadar basit olmadığının farkındayım ama yine de olayları zamanlarının şartlarında analiz etmekten bu kadar uzak olunca, analizler ve beklentiler de gerçekten o kadar uzak oluyor maalesef.
Biraz daha kurcalayıp, biraz da zaman pergelini genişletince, geçen yazımda bahsettiğim Frankel, Djokovic’in müthiş yılı, 34 yaşındaki Cadel Evans’ın bireysel zaman karşı yarıştaki müthiş performansıyla gelen Tour de France zaferi, Rusya’nın Beach Soccer’da son dört dünya kupasını ve toplamda on üç dünya kupası kazanan Brezilya’yı yenip şampiyon olması aklıma çabuk gelen iyi hikâyeler arasında.
Batılılar bunlara ‘feel good story’ diyorlar. Bu yazıyı yazmayı denerken son zamanlarda bu tip hikâyelerin aslında pek karşıma çıkmadığını fark ettim sanrım. Geçen senenin Dortmund’u, seneler sonra gelen Dallas şampiyonluğu, Playoff’a son sıradan giren Packers ve Aaron Rodgers’ın SuperBowl şampiyonluğu, basketbolda dünya ikinciliği gibi hikâyelere oldukça uzağız şu anda. Fakat bu kadar karamsar olmaya gerek yok. Sonuçta yeni heyecanların da başladığı bir dönemdeyiz.
Problemlerini çözmekte NBA’den daha başarılı bir tutum sergileyen NFL’de sezon üç hafta önce başladı. İlk üç haftayı kayıpsız geçen üç takımdan geçen senenin şampiyonu Green Bay haricinde diğer ikisi (Detroit Lions ve Buffalo Bills) geçen sene playoff yapamayan takımlar. Ve iyi gitmeye devam edecekler gibi gözüküyor.
Avrupa’da futbol sezonu açıldı. Başta Şampiyonlar Ligi olmak üzere heyecan yeniden yükseliyor. Merak eden yoktur herhalde çünkü hepimiz garip bir şekilde yarım kan Katalan olduk sanki ama Barcelona bildiğiniz gibi. Hani yerinde hangimiz olsak o takımı şampiyon yapacağımızı iddia ettiğimiz Guardiola, oyun şablonlarını bir kez daha kendisine çözüm üretmeye çalışanları yine köşeye sıkıştıracak gibi duruyor.
Şu anda sanırım hepsinden önemlisi ise basketbol sezonunu da bu hafta açıyor olmamız sanırım. Karşıyaka, Banvit ve Galatasaray Avrupa kupaları elemelerine başlıyor. Galatasaray bu sezon hayırlısıyla Euroleague yaparsa bu yazının ilk üç paragrafını yazmadığımı varsayın. Çünkü sanırım şu anda en çok istediğim şey bu olabilir. O unutulmaz pankartta yazdığı gibi: Yürüyedur!