Selma Emiroğlu ölmüş. Kimseler duymadı, bilmedi… Perşembe sabahı kızım aradı, “Baba, Selma Hanıma bir şey mi oldu?” Galatasaray’daki Robinson Kitapevi’nin vitrininde Selma ablanın fotoğrafını koyup altında Çizgiler-Tınılar kitabını sergilemişler, satın almak istemiş ama kitap satılık değilmiş… Sordum soruşturdum, meğer iki gün önce Almanya’da vefat etmiş.
Bazı yüzler vardır çevrelerine ışık saçarlar. Hiçbir zaman bu ışıkların söneceğine inanmak istemezsiniz. Ama hayat böyledir işte, Steve Jobs’un da gitmeden birkaç yıl önce dediği gibi, “Ölüm yaşamın en büyük icadıdır!”
Kimdir Selma Emiroğlu? Yaşı elliyi geçmiş olan okurlar onu belki de Doğan Kardeş dergisinden hatırlayacaklardır. Türkiye’nin ilk kadın çizeri olarak tanınmıştı ama öne çıkan başka meziyetleri vardı. Sopranoydu, Lied1 şarkıcısıydı.* Gençliğinde pek çok konserler vermiş, bir rahatsızlık sonucu sesini yitirdikten sonra da şan dersleri vermeyi sürdürmüştü.
2001 yılında, Schneidertempel’da düzenlendiğimiz Selma Emiroğlu Retrospektif sergisinin açılışında, gençlik yıllarında kaydettiği Ravel’in Kadiş’ini çalmış, tüm ziyaretçilerle birlikte unutulmaz bir duygu seline kapılmıştık. Schneidertempel’ın en coşkulu akşamlarından biriydi.
Daha sonra kendisiyle geniş bir söyleşi yapmıştım. Büyük büyük dedesi Doktor Emin Paşa’nın aslında Asya, Afrika ve Ortadoğuda maceralarla dolu bir yaşam sürmüş olan Eduard Schnitzer adında bir Alman Yahudisi olduğunu anlatmıştı. Arşivlerde araştırıyordu, muhtemelen dedesinin yaşam öyküsünü kaleme almaya niyetliydi, söyleşi esnasında bu konuya değinmek istememişti. Kendisine Kadiş’i çaldığımız o sihirli anı sormuştum, bu eseri defalarca farklı ortamlarda yorumladığını ama onca yıldan sonra, ilk kez tam yerinde olduğunu söylemişti. Ben de kendimi tutamamış, “kendinizi burada Tanrı’ya daha yakın hissettiğiniz için mi?” gibisinden densiz bir soru patlatmıştım. Oysa aynı söyleşide2 yaşam felsefesini öyle güzel özetlemişti ki*:
“Çizdiğimi yaşıyorum. Çizginin içine giriyorum. Şarkıyı da öyle söylüyorum. Unutuyorum kendimi. Ama bu kaçmak değil, realiteden kaçmak istemiyorum. Aksine onu çok seviyorum. Mutlu bir insanım. Bu ikisi var bir kere (kızı Aylin ile eşi Aydın Beye bakıyor). İyi dostlarım var. Bunların dışındaki dünya acı. Ama o dünyadan kaçmak aptallığını yapmak istemem. Bu kendini aldatmaktır. Dünyanın güzel yanını kaçırmamak için bana verilen fırsatı kullanmak istiyorum hepiniz gibi…”
“Tınılar boşlukta ölüp gider”, demişti söyleşimizin sonunda. Bu yazıyı yazarken ara verip Selma ablayı dinliyorum. “Çizerken bir ara verdiğinde, melodilerimi dinlersen mutlu olacağım” diye yazmıştı CD’sinin üzerine. Tınılar ölüp gitmemişler! Ravel’in Kadiş’ini okuyor... Bu nasıl bir duygudur Tanrım? Bir yandan senin adaletine sığınırken, bir yandan da isyan ediyoruz!
Bir süre önce posta kutuma ilginç bir internet geyiği düştü. Kaliforniyalı bir çocuğun Tanrı’yı tasviri… O kadar saf ve içten bir yazıydı ki sakladım. Sanki bugün içinmiş! İşte sekiz yaşındaki bir çocuğun kafasındaki Tanrı kavramından bir seçki:
“Tanrı’nın asıl işlerinden biri insan yapmaktır. Onları ölenlerin yerini doldurmak için yapar; böylece dünyadaki işleri görecek kadar insan olur. Onları büyük değil, bebek olarak yaratır. Herhalde küçükleri yapmak daha kolaydır da ondan. Böylece değerli zamanını onlara yürümeyi ve konuşmayı öğretmek için harcamaz. Bu işi anne ve babalara bırakır!
Tanrı’nın ikinci önemli işi duaları dinlemektir. Bu berbat bir iştir zira insanlar gün boyunca dua ederler. Tanrı bu yüzden radyo ve TV izleyemez. Her şeyi duyduğu için kulaklarında korkunç bir uğultu oluşur. Ama belki de sesi kısmanın bir yolunu bulmuştur!
Tanrı her şeyi görüp işittiği ve her yerde olduğu için hep çok meşguldür. Bu yüzden ikide bir anne ve babalarınızdan elde edemediğiniz şeyleri Ondan isteyerek boş yere zamanını harcamayın.
Tanrı’dan hep sizin için bir şeyler yapmasını isteyemezsiniz. Ama… sanırım beni buraya Tanrı koydu ve dilediği an geri alabilir. İşte bunun içindir ki Tanrı’ya inanıyorum!”
Bayramlar kırgınlıkların giderilmesi için insanlara çeşitli fırsatlar sunar. Sekiz yaşındaki küçük Kaliforniyalıya Tanrı’nın işlerinden birini daha hatırlatmak isterim. Affetmek! Anne ve babalar olarak da bizlere affedilmek düşer elbet… Kipur’da günahlarımızı affetmesi için Tanrı’ya yakarıyoruz. Hepimizi duyduğuna göre, son kararı O verecektir, buna karışamayız. Ama dostlarımıza karşı bilerek ya da bilmeyerek işlediğimiz küçük hatalar ne olacak? Bu işi de Tanrı’ya yükleyemeyiz, zira o çok meşgul…
Tanrı’nın işini kolaylaştırmak için basit bir formül geliştirdim. Her zaman kesin sonuç vermese de bana iyi geliyor, rahatlatıyor. Bayramlar öncesi şu ya da bu nedenle bana kırılmış olan dostlarımı telefonla arıyorum. Çoğu kez birbirimizi anlıyor, kırgınlığı unutuyor, bayramlaşıyoruz. Nadir de olsa soğukluğun sürdüğü oluyor… Bu bayramda da öyle yaptım. Allahtan listem kabarık değildi. Telefonunu açanlarla bayramlaştım, arayı ısıttım. Açmayan da oldu, ısrar etmedim, Tanrı izin verirse onlarla da bir başka bayramda barışız artık…
1* Lied, Almanca şarkı anlamına gelir, kısa lirik şiirler üzerine piyano eşliğinde söylenir.
2* Bu ilginç söyleşinin tamamını internette www.izelrozental/selma.htm adresinde okuyabilirsiniz.