ürkiye son dönemlerde bölgesinde çok etkin bir dış politika izliyor. Batı ile olan uzun soluklu ittifakına karşın genelde İslam özelde Arap âlemine de yanaşma ve bu çerçevede Ortadoğu’da yüzyıl kadar önce kaybettiği nüfuzu yeniden kazanma çabası içinde. Ankara’nın bölgedeki çıkarlarına zarar verebilecek en önemli eleman Mısır. Mübarek yönetimi esnasında, Türkiye’nin Filistin sorununa el uzattığı her dönemde Mısır, problemin ‘Arap ağabeyliğini’ ilgilendirdiğini dile getirdi. Kahire ile Ankara, bu dönemlerde kâh alenen kâh kapalı kapılar ardında birbirlerine sataştılar. Mısır’ın Gazze boykotu, gönderilen yardım malzemelerinin buradaki Filistinlilere ulaştırılmasında yaşanan gerginlikler din kardeşliğine rağmen çıkarların çakıştığını / çakışabileceğini gösterdi. Daha doğrusu bunu gören gördü, anlayan anladı, o kadar! Medya İsrail’in yaptığı ‘şeytanlıklarla’ o denli ilgiliydi ki, Mısır’ın ‘yaramazlıkları’ gölgede kaldı.
Peki, Türkiye, Mübarek’in Mısır’ına arzu ettiği tonda yüklenememesinin acısını İsrail’den mi çıkarttı? Davos’u ve onunla başlayan süreci hatırlamak gerek. Gerçi, İsrail’in varlığı Türkiye’de sorgulanma noktasına gelmedi. Başbakan Erdoğan BM toplantıları nedeni ile gittiği ABD’de yaptığı tüm konuşmalarda, problemin İsrail halkı ile ilgili olmadığını, ancak Netanyahu hükümetinin devlet terörü uygulamaya devam ettiğini, kendilerinin buna sessiz kalamayacağını ifade etti. Bunu yalnız ABD’de değil, gittiği her ülkede, söz aldığı her toplantıda, düzenlediği her basın toplantısında yaptı. Bazen diplomatik sözlerle, ancak genelde coşan, coşturan bir üslupla…
İsrail Türkiye’nin bölgedeki nüfuzuna olumsuz bir etki mi yapıyor? Az zaman öncesine dek müttefik olan bu iki ülkenin arasına giren kara kedinin adı ne?
Batı dünyası bu ayrışmayı tedirginlikle izliyor. Bu iki demokratik ülkenin tamamlayıcı olduklarını ve aralarında sürdürülemez boyutlara gelmesi an meselesi olan husumetin bölgedeki dengeleri bozacağını dile getiriyor... Ancak belli ki Türk dış politikasına yön verenler, İsrail’i Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de, çıkarlarına karşı görüyorlar. Ve İsrail’e yüklenme fiili giderek artan perdelerden seslendiriliyor.
Seslendirme bazen arzu edilmeyen yankılara neden oluyor muhakkak ki, siyasi erk ve devlet kademeleri özenle Türk Yahudilerini ve İsrail’i ilişkilendirmemeye dikkat ediyorlar. Başbakanın son son “Türkiye’deki Yahudiler bize emanettir” şeklinde anlam bulan sözlerinin samimiyetinden şüphe etmek mümkün değil. Oysa kalbi duygularla, bir teminat anlamında zikredilmiş bu sözlerin bir siyasinin ağzından çıkmış olması, düşündürücü… Bugünün koşulları altında, vatandaşların bir kısmına ‘emanet olma’ durumu yaşatılması, bunun en masumane şekli ile bile olsa dillendirilmesi, iyi niyete rağmen bir ötekileştirme göstergesi değil midir?
Son seçimlerde ezici bir zafer ile taçlandırılan siyasi erk, demokrasinin teamülleri çerçevesinde, icraatlarında desteği halktan aldığını ifade ediyor. Bu çerçevede, aldığı oyların her anlamda manevra alanını arttırdığını söylemek yanlış olmasa gerek. Neredeyse bütün düşünce kuruluşlarının yayınladıkları dergi ve makalelerde, Türkiye’nin yeni doğrultusunun Neo Osmanlıcılık olduğunun altı çiziliyor. Bu tespit elbette ki bölgedeki etkinlik anlamında ifade buluyor. Alt başlıklarını, Türkiye ve Kafkaslar, Türkiye ve Balkanlar, Türkiye ve Ortadoğu şeklinde özetlemek çok yanlış olmasa gerek.
Demokrasilerde kimsenin kimseye emanet edilmesine gerek olmadığına, sistemin yapısal olarak tüm vatandaşları eşit gördüğüne, onları can ve mal güvenliği anlamında garanti altına almış olduğuna göre, bu emanet durumu tartışmaya değer bir konu değil mi?