Söylenecek ne varsa söylendi. Gökyüzünün altında yeni bir şey yok. Artık ne söylediğimiz değil, nasıl söylediğimiz önemli. Bütün bunları daha önce de söyledim ve yazdım... ama dedim ya, söylenecek ne varsa çoktan söylendi.
Anlamsız uzun saatler boyunca televizyon seyrettiğimi önceden yazmıştım. Kışları hemen her gece izlediğim bir dizi olur. ‘Adını Feriha Koydum’ da bunlardan biridir. Anne uyuyan kızını öpüp koklar ve “Adını bildim de kodum, kuzzum, yavruuum” der. Feriha, büyük umutlarla ya da umutsuzluklar yüzünden köyden İstanbul’a gelen aileyi ‘feraha çıkaracak’ olan, el bebek gül bebek büyütülen, üniversitede okutulan genç kızdır. Ancak “Beni seversen İstanbul da seni sever, beni üzersen İstanbul seni döver” (yepyeni bir şarkının sözleri, bunları uydurmak inanın, beni aşar) havasındaki anne, İstanbul’la ilgili beklentilerini sıralarken, kızın bir gün sabrı tükenir ve dizinin en gerçekçi lâfını eder: “İstanbul bizim farkımızda bile değil, anne. Umurunda değiliz İstanbul’un.”
Nice şiir ve şarkı sözlerine konu olan, kendilerini ezilmiş hissedenlerin Boğaz manzarası karşısında bağırlarını yumruklayarak “Seni yeneceğiiiim!” diye bağırdığı bu şehir hakkında yazılan bazı şiir ve şarkı sözlerine şöyle çok yüzeysel bir göz atmak ister misiniz?
“Sana dün bir tepeden baktım, aziz İstanbul” ve “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” diyenler, bence en doğrusunu yapmış. Bu sözlerin üzerinden rahat 60-70 yıl geçti ama şehri “uzaktan sevmek, aşkların en güzeli” değil mi?
“İstanbul’u artık hiç sevmiyorum” şarkısının söz yazarının bir başka eserinde “Al aşkını çal başına” demesi, aşka ve sevgiye verdiği değeri ortaya mı koyuyor diye düşünürken aklıma şu olasılık geldi: “Al aşkını çal başına” diye cevap veren, belki de İstanbul’dur.
“Ah İstanbul, İstanbul olalı, hiç görmedi böyle keder,” diye başlayan bir şarkı da var ki, bir bölümünde, zarafetin doruklarında dolaşır: “Geberiyorum aşkımdan!” Sen öyle san, kardeş. Ölmeye değmez, eser kalmayan gururuna tutun. İstanbul ne kederler gördü bi kere. Geçmişinde kaç kere kuşatıldı, el değiştirdi, kanla boyandı, düşmanla işbirliği etti... Dili olsa da konuşsa diyeceğim ama konuşmasına gerek yok, tarih kitaplarını okumak yeterli.
“Hangi kentte bu denli acı var, başka nerde İstanbul kadar...” Otuz yıldır İstanbul’da yaşadıklarını zannedip daha Boğaz’ı görmeyenleri düşünürsek, gerçekten, hangi kent bu denli acımasız olabilir?
“Sana kızgınım, başka alternatifler aramaya mecbur etme beni” derseniz, size ne cevap verir sanıyorsunuz? “İşte kapı, işte sapı” bile demez, daha kestirmeden gider: “Kapı açık, arkanı dön ve çık!”
Tevfik Fikret’in evi Aşiyan’a hiç gittiniz mi? Rumelihisarı’ndaki ‘kuş yuvası’na? NDS’e öğrenci iken edebiyat öğretmenimiz götürmüştü. Edebiyat öğretmeni dediğim, tam da roman kahramanı olmaya lâyık bir hanımdı! Kerime Nadir romanlarındaki gibi, üniversiteyi bitirir bitirmez babası olabilecek yaşta bir beyefendi ile evlendirilmiş ve Caddebostan’daki, bahçesinde ıhlamur ağaçları olan beyaz ahşap köşke yerleştirilmişti. Beyefendinin genç ve yakışıklı bir yeğeni vardı. Tam bir Aşk-ı Memnu vakası! ‘Behlül ile Bihter’, yani genç yeğen ile taze öğretmen gelin birbirine âşık oldu ama kartlarını açık oynadılar. Aşklarını beyefendiye açıkladılar, boşanma gerçekleştikten sonra onu ‘babişko’ yaptılar, evin başköşesine oturttular ve evlendiler. Okulda bu öyküyü bilmeyen yoktu. Normal karşılanır mıydı bilmem. Yorumsuz anlatılırdı. Hatta öğretmenimiz bazı günler okula pek üzgün gelir, soranlara “Babişko hasta” diye yakınırdı. Aşk işte... Yargılamak kimin haddine. Herkesin başına gelebilir. Ha, aşkı kim kaybetmiş ki onlar bulmuş diye soracak olursanız... Kaybedenler çoğunlukta olduğuna göre, ender de olsa bazıları bulmuş olabilir.
Neyse, konudan saptım yine. Aşiyan’da, Tevfik Fikret’in ünlü Sis şiirini betimleyen Sis tablosu ve ayrıca ‘dünyanın en güzel penceresi’ vardır. İstanbul’u konu alan sarsıcı Sis şiirinin özgün şeklini yazacak olursam, sözlerinden hiçbirimiz fazla bir anlam çıkaramayız ama neyse ki, Ahmet Muhip Dıranas tarafından günümüz Türkçe’sine uyarlanmış bir versiyonunu buldum. İşte Sis şiirinden bazı alıntılar:
“Sarmış yine ufuklarını inatçı bir sis / Bir akça karanlık ki bu gitgide artan / Basıncının altında silinmiş gibi her şey / Bir tozlu ve görkemli yoğunluk ki bakışlar / Dikkatle işleyemez derinliğine, korkar / Ama layık sana bu karanlık, derin örtü / Layık bu örtünüş sana, ey sahnesi zulmün! / Ey sahnesi zulmün... Evet, ey sahnesi her gösterişin / Ey facialarla bezenmiş parıltılarla dolu sahne! / Ey parlaklığın, gösterişin beşiği ve mezarı / Doğunun ezelden beri hep göz alan kraliçesi / Ey kanlı sevgileri tiksinmeden, ürpermeden / Besleyip büyüten zevk düşkünü göğüs / Ey Marmara’nın mavi kucağında / Ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın / Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak / Ey bin kocadan artakalan kız gibi dul / Hâlâ güzelliğinde tazeliğin büyüsü var / Hâlâ titrer üstüne bütün gözler senin / Dışardan, uzaktan açılan bakışlara süzgün / Mavi gözlerinle ne uysal görünürsün / Uysal, fakat en kirli kadınlar gibi uysal / Üstünde coşan gözyaşının hepsine hissiz / Temelin atılırken daha bir hain el / Yapına zehirli bir lanet suyu katmış sanki! / Bir sahtecilik kiri dalgalanır zerrelerinde / Bir zerre temizlik bulamazsın içerinde / Hep sahteliğin, hep hasedin, hep çıkarın kirliliği.”
Ve çarpıcı son: “Örtün, evet ey facia... Örtün, evet ey kent; Örtün ve de sonsuz uyu, ey evrensel fahişe.”
Bu durumda, “Yarim İstanbul, gel öpeyim gerdanından” demek biraz mide istese de... Neeeyse!
İster üç kuşak (ah pardon, jenerasyon demeliydim), ister beş kuşak, ister yirmi beş kuşaktır İstanbul’da yaşıyor olun, bu şehir riyakârdır. Ben demiyorum, o (Tevfik Fikret) diyor valla! İnsanı bağrına basar gibi görünür ama ilk zorlukta, kollarını açıp yere bırakıverir. Osmanlı Hanedanı’nı bir düşünelim isterseniz. 1453’ten 1923’e kadar aradan geçen 470 yıl için, nesiller arası yaş farkının 20 yıl civarında olduğunu varsayarak 25 nesil desek başımız ağrımaz, o 25 nesil Osmanlı’nın son üyelerinin, apar topar gemilere bindirilip gönderilişini hüzünle mi seyretti sanıyorsunuz İstanbul? Umurunda bile olmadı!
Birkaç günlüğüne gelenlerin nefesini kesen ve kalplerinin daha hızlı atmasına yol açan yalan güzelliği, İstanbul’un pozitif bir enerjiye sahip olduğu izlenimini uyandırır. Oysa gerçek, bir süre sonra anlaşılır (bu sürenin uzunluğu, kişinin doğasına göre değişir): Görünmeyen eller boğazını sıkarken, insan yere doğru çekildiğini hisseder ve yine şarkı sözleri mırıldanmaya başlar:
“İstanbul bugün yorgun, üzgün ve yaşlanmış, biraz kilo almış, ağlamış yine, rimelleri akıyor...”