Toplumların standartları hakkında ipuçları veren bazı kriterler vardır. Ekonomik göstergeler, harcama eğilimleri, eğitim seviyesi gibi ölçütler genelde takip edildiğinde gerçeğin çok uzağında olmayan değerlendirmelerin yapılmasına olanak sağlar, diye düşünülür. Bu gerçekten böyle midir, yoksa istatistiksel yaklaşımlar içeren saptamalar yanılgılara ya da sanallık arz eden sonuçlara mı götürür bizleri?
Bu anlamda Türk toplumu takip edilmesi, anlaşılması çok kolay olmayan elemanlar içeriyor. Bakıyorsunuz sokak ve meydanları dolduran geleceğe umutla bakan pırıl pırıl gençler ufkunuzu açıyor… Sonra biraz ötede, bakıyorsunuz, bu kez, son derece sığ entelektüel yapısı ile aynı nesil sizi umutsuzlukla yoğrulmuş derin düşüncelerle baş başa bırakıyor.
Post modern toplumun vazgeçilmez yasası burada da işliyor. Tüketmek üzerine kurulmuş bir yapı beraberinde az düşünmeyi, gününü gün etmeyi, her şeye bir anda sahip olma isteğini şahlandırıyor. Sosyo-ekonomik seviyesi ne olursa olsun insanların her altı ayda bir cep telefonu değiştirmesi, trafikte yitip giden insanların çokluğuna rağmen otomobilin sosyal prestij seviyesini belirleyen bir unsur olarak algılanması, bilgisayar üzerinden yapılan sabun köpüğü kıvamında paylaşımlar, 21. yüzyılda geleceğe hazırlanan bir toplumun vermesi gereken savaşımını ifade etmiyor olsa gerek.
Teknoloji üzerinden moderniteyi yakalama ve rakamlarla bunu gerçekmiş gibi gösterme eğilimi, gazetelerin üçüncü sayfalarına takılıyor, eriyip gidiyor. Önüne geçilemeyen kadın cinayetlerini ‘töre’ diye geçiştirmek, trafikte saygısızca hareket edenleri ‘kınamak’ artık yeterli olmamalı… Gündelik olduğu için, ne yazık ki, artık değerinden kaybeden bu olaylar, halkın sosyal yaşantısının tam da en can alıcı noktasına batıyor, acıtıyor, sonra da anlamsızlaşıyor. Bu aşamada modern olmak uygar olmakla çelişiyor.
İçinden geçmekte olduğumuz dönem insanımızın kendisini en güçlü hissettiği dönem. Ekonomik anlamda yaşanan serpilme, bölgemizde siyaseten elde edilen başarı neredeyse sınırlarımız içindeki tüm yapısal sorunları rafa kaldırtıyor… Veya daha tehlikeli bir yorumla, baskılıyor. Oysa insanın kendisini en kuvvetli hissettiği an en zayıf olduğu an değil midir?
Toplumun hırs ve çıkarlar uğruna efsunlanması, kişinin durup olup biteni kavramasına olanak tanımıyor gibi.
Kanaat önderlerinden yasa koyuculara, toplumu yönlendirmeyi kendisine misyon edinmiş herkesin esasında bu sosyal bozulmayı anlaması ve buna karşı modeller yaratması gerekli. Yurtdışında bunun için faaliyet gösteren birçok düşünce kuruluşu varken, ülkemizde bu gibi çalışmaların zayıflığı bize hiç yakışmıyor. Var olan birkaç çalışma grubu siyasi kaygılarla hareket edip, ya “iktidara selam yola devam” mantığında ya da tamamen muhalif bir çizgide. Oysa bu haller tamamen toplumla barışık, politik kaygılardan uzak yapılmalıdır diye düşünüyorum.
Toplumu meydana getiren birey olarak yaşamanın, eş deyişle yurttaş olmanın gereği vergi vermek, oy vermek, askere gitmek ile kısıtlı olursa, bireyler arasındaki uzaklaşma da kaçınılmaz bir durum almaya başlar. Yurttaş olmanın gereği toplumsal ahenge, sevgi ve saygı ile zenginleştirilmiş insan ilişkilerine emek vermek, kendisi ile barışık, karşısındaki ile empati kurabilecek düşünce yapısına ulaşmaktır. Egosuna sahip çıkan, onu dizginleyebilen bireylerin oluşturduğu yapıların daha fazla “kurallar dahilinde” yaşadığı bir gerçek.
Gündelik yaşam, özellikle İstanbul gibi megapollerde acımasız bir şekilde insanları önüne katmış sürüklüyor. Kaotik hayatın değişemeyecek unsurlarını bir yana koyarsak, kentsel yaşantımızın standartlarını geliştirmek, çıtayı daha yükseklere çıkarabilmek için birbirimize ihtiyacımız olduğunu unutmadan hareket edebilmek dileği ile…