<p> </p>
Bu ay sizlere son yıllarda ses getiren bir akımdan bahsetmek istiyorum: LOCAVORISM. Nedir, kimdir bu locavore’lar? Kısaca özetlemek gerekirse sadece yaşadıkları yörede ve sadece o sezon üretilen ürünleri tüketenler.
Locavore akımı bir grup genç tarafından San Francisco’da 2005 yılında bir çağrıyla başlar: Bölgedeki ve dünyadaki insanlara ağustos ayı boyunca sadece evlerinin 150-200 km dahilinde üretilenleri yemeğe çağrıda bulunurlar. Ardından mevsim ürünlerini kurutma, konserveleme, turşulama çağrısı yaparlar. 2007 yılında Jessica Prentice tarafından yaratılan ‘locavore’ sözcüğü Oxford American Dictionary’de yılın sözcüğü ilan edilir.
Locavorların en önemli amaçları gastronomik ve sağlık açısından taze, olgun, lezzetli, besin değeri yüksek, kimyasal artıklardan uzak ürün tüketmek, ekonomik açıdan yerel ve sezon ürünleri nedeniyle üretim maliyetini düşük tutmak, tüketiciye avantajlı fiat, bölgenin ekonomisine katkı, ekolojik olarak da toprağın sağlığı, enerji tasarrufu ve çevreye daha az zarar vermek olarak özetlenebilir.
Yüz yıl önce herkes koyunun/kasabasının çiftçisini adıyla tanır, el sıkışır, sağlıklı doğal ürünler paylaşırdı; 2.500 km uzakta üretilen bir ürünün sofralarımızda bulunması hayal bile edilemezdi. Oysa bugün durup düşünelim: Endüstriyel ziraatın ve yiyecek üretiminin globalleşmesinin yaşantımıza, dünyamıza etkileri nelerdir? Soframızdaki ürün nerede üretiliyor? Hangi işlemlerden geçiyor? Nasıl taşınıyor? Nerede bekletiliyor? Bilmiyoruz. Ekolojik etkileri, CO2 üretimi, genetik değişime uğraması…? Bugün varılan yüksek metal oranlı, yüzlerce işlem görmüş, yiyecek boyalarıyla süslenmiş, kimyasallar içeren beslenme tarzının son 50 yılda dünya üzerindeki bir çok hastalığın artışında çok önemli neden olduğuna inanlardanım.
Londra’daki New Economics Foundation’ın çalışması yerel bir yiyecek firmasında harcanan her 10£’un o bölge için 25£ değerinde olduğunu, aynı tutar bir süpermarkette harcanırsa bölgeye getirisinin sadece 14£ olduğunu gösteriyor. Yani yerel harcamalar yerel ekonomi için neredeyse iki katı para yaratıyor. Hiç unutmuyorum Riga’da yaptığımız eski şehir turunda rehberimiz bizleri semt pazarına götürmüş, market yerine pazardan alışveriş yapmamızın yerel ekonomiye faydalarından bahsetmişti.
İyi, güzel, yerel tüketelim de Fransa’da yapılan bir araştırmada ‘büyük illerin sadece yerel üretimle beslenmesi mümkün mü’ sorusuna gelen yanıt inanılmaz: Bölgesel beslenme otonomisinin ortalama dört gün olduğu tahmin ediliyor-yanlış okumadınız sadece dört gün- yani yarın ulaşım kanallarında bir kesinti olursa bölgede yaşayanların sadece yerel üretimle beslenmesi imkansız. Biraz daha rakamları incelersek örneğin Ile-de-France’ın (Paris ve çevresindeki 11 milyon nüfuslu bölgenin) patateste yüzde 26, yumurtada yüzde 12, taze sebzede yüzde 10, taze meyvede yüzde 1,5, sütte yüzde 1, ette yüzde 00,5 oranında kendine yeterliliği mevcut!
Tabii ki rakamlar çok açık ve net. Bugünden yarına yerele geçmek mümkün değil. Ama imkansız değil. ABD’den bir kaç örnek vermeden geçemeyeceğim: Geo dergisinin ekim sayısında çıkan bir makalede Amerika’nın ekolojik başşehri olarak bahsediliyor Portland’dan… Şehir merkezinde 20 kadar ‘farmers market’ ve 30 kadar ‘urban farm restaurants’ mevcut. Bu restoranlarda yemek için en az yarım saat kuyruk bekliyorsunuz. Sofraya oturdunuz, örneğin tavuk mu sipariş edeceksiniz, tavuğun bütün biyografisini okuyabiliyorsunuz, nerede yetiştirildiler, neyle beslendiler… Yine şehre yayılmış 400 kadar ‘farm cart’ denilen karavanda son yılların kriz ekonomisi nedeniyle yüksek kiralardan kaçmak zorunda kalan genç şefler bir park yeri kiralayarak yine çevrede üretilen malzemeden çorbalar, sandviçler, ızgara etler hazırlıyorlar, uygun fiyata satıyorlar. Şehirde fast food zincirleri iş yapamıyor, Starbucks şehrin bir çok semtinde kepenk kapatmış, halk Subway yerine yörenin fırınını, McDonalds yerine yerel hamburgerci Burgerville’i tercih ediyor, hatta daha ileri gidip park yerlerinin çatılarında kendilerine ayrılan ‘semt bahçeler’inde kendi ürünlerini yetiştiriyorlar. Kısacası Portland’lılar yerel ve sağlıklı yemeği dini bir ritüel, bir yaşam tarzı olarak benimsemeyi başarmışlar.
Restoranlar ve şefler arasında bu akımı destekleyenlere her gün yenileri eklenmekte. Örneğin Google’ın Café 150’si… Tüm ürünleri 150 mil dahilinde geliyor. Fransa’da da bir çok şef kendi bostanını, bahçesini kurmakta, mutfağında kullandığı sebze, meyve ve taze otlarını kendi üretmekte ya da yerel üreticilerle çalışmakta. İşte Alain Passard… 2001 yılından beri eti menüsünden çıkartan şef, kendi bahçesinde tamamen doğal yöntemlerle ürettiği 450 çeşit sebze/meyve/taze otu menüsünde mükemmel bir yaratıcılık ve çeşitlilikte sunmakta.
Yeşiller Partisi’nden eski cumhurbaşkanı adayı Nicolat Hulot Vakfı’nın lanse ettiği ‘Des fraises au printemps et pas en hiver’ (kışın değil sadece ilkbaharda çilek) hem yöresel hem sezon ürünlerinin promosyonunu yapıyor. Şehirlerde kurulan pazar yerlerinde yerel üretici standları artmakta, çeşitlenmekte. İnternet üzerinden ürünlerini pazarlayan üreticiler o haftanın mahsulü meyve, sebze, et, balıktan oluşan mutfak sepetlerini satışa sunmakta, evinize teslim etmekte. Daha da güzeli ‘kendi sebzeni, meyveni kendin topla’ çiftlikleri artmakta… Pazar sabahı çocuklarınızı alıyorsanız, sepetlerinizi kolunuza takıyorsunuz, en yakın çiftliğin yolunu tutuyorsunuz. Girişte o haftanın ürünlerinin listesi var, sonbaharda incir, ilkbaharda kuşkonmaz… Taze taze koparıyorsunuz, topluyorsunuz. Ardından evinize dönüp mutfağa girip taze taze pişirip yiyebiliyorsanız sizden şanslısı var mı? Çocukların çoğu tavuk neyle beslenir, soğan, fasulye, çilek nasıl yetişir bilmiyor. Hem ailecek böyle bir zevki paylaşmanın keyfi bir başka, hem de yerel üreticiye mükemmel ekonomik destek olmanın gururu.
Locavorism geçici bir modadan ileri geçemez mi yoksa beslenme alışkanlıklarımızı cidden değiştirecek bir akım mıdır? Yakın gelecekte üretim ve tüketimde bir rönesansa tanık olabilir miyiz? Bunu pek tabii zaman gösterecek ama sağlıklı beslenmek, yeni mevsim tadları keşfetmek, yöremizi tanımak, yerel ekonomiye destek vermek ve gezegenimize saygı göstermek için çok gecikmeden bu konuya hepimizin kafa yorması lazım diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?