Radikal Gazetesi’nin yazarı ve Kanal 24’ün genel yayın yönetmeni Akif Beki, bayram öncesinde ortaya bomba gibi bir soru attı: “Sansür varsa mizah niye satmıyor?” Bununla kalsa iyi, ‘nitelikli mizah yok çünkü sansür yok’ mealindeki açıklaması bombanın etkisini misli misli artırdı. İtirazlar ve tepkiler dört bir yandan gelmiş olmalı ki, yazar, Bayram ortasında bu konuda ikinci ve oldukça sert bir yazı kaleme alarak günümüz mizahçılarının pek mizahtan anlamadıklarından dem vurdu.
Doğrudur. Mizah ciddi bir iştir ve mizahçılar o kadar ciddidirler ki kendileri hakkında yapılan mizahtan pek hoşlanmazlar! Yıllardır bu işlerin içinde olduğumdan iyi bilirim, karikatürcüler oturup ciddi ciddi sempozyumlar düzenlerler, karikatür nereye gidiyor diye sorarlar, kendilerini ciddiye alırlar. Karikatür derneklerinin düzenledikleri konferanslar mizahtan o kadar arındırılmıştır ki, ‘komiklik’ izleyeceğim diye aldanıp gelen sade vatandaşlar oturumlar boyunca sıkıntıdan patlarlar.
Bundan bir süre önce dostlar arasında gerçekleştirdiğimiz bir meyhane muhabbetinde, bir ara söz dönüp dolaşıp Yahudilere geldi. Şimdi tam yeridir diyerek belden aşağı bir Yahudi fıkrası anlatarak taşı gediğine koymak istedim. Fıkranın sonunda dostlarımın kahkahaları öylesine yükseldi ki, onları uyarmak zorunda kaldım: “Sakın ola bu fıkrayı siz anlatmaya kalkmayın! Bir Yahudi’nin Yahudi fıkrası anlatması mizahtır. Ama ne kadar iyi anlatırsa anlatsın, aynı fıkrayı anlatan bir ‘Gayri-Yahudi‘ tartışmasız antisemittir!” Nedense dostlarım bu son sözlerime fıkradan daha fazla güldüler…
Mizahçılar için de durum pek farklı değildir. Fıkra anlatasınız gelmişse, dikkat edin. Çevrenizde profesyonel bir mizahçı varsa, başınız ağrıyabilir!
Öte yandan Beki’nin tezi basit: Mizah, gücünü yasaklardan alır, sansür olmayınca mizah doğal olarak sıradanlaşır, zayıflar, kaba saba esprilerle erotizm sınırından pornografiye doğru yol alır…
Dünyada bunun örnekleri yok değil. 68 kuşağının devrimci mizah dergisi Charlie Hebdo, ya da o dönemdeki adıyla Hara Kiri, 1981’de solcu Mitterand seçimi kazanınca tirajıyla birlikte gücünü de yitirivermişti. Cavanna’nın önderliğinde Wolinski, Reiser, Siné gibi anarşist ruhlu mizahçılar, artık siyasette eleştirecek bir şey bulamayız diye sessizliğe bürünmüşler, dergi cinselliğin ağır bastığı bir limana doğru sürüklenerek kapanmak zorunda kalmıştı.
Bu tezi doğrulayan bir başka örnek de eski Demir Perde ülkelerinden gelir. Sovyet rejimi çökünceye dek tüm uluslararası karikatür yarışmalarında ödülleri kimselere kaptırmayan Bulgar, Romen, Macar, Rus çizerler nedense iki binli yıllardan itibaren yerlerini Çinli meslektaşlarına bırakıverdiler. Kübalıların mizahı ise Latin Amerikalılar arasında açık ara önde koşar…
Yani Beki’nin tezi bu açıdan bakıldığında pek yanlış görünmüyor, sansür ve baskı olmayınca mizah da zayıflayabiliyor. Biliyorum, şu an aklınıza oto-sansür meselesi takılmıştır mutlaka. Haklısınız, çoğu durumda oto-sansür sınırları belirleyen sansürden kat be kat güçlüdür. Akıl süzgecinde yuvalanmıştır, tam zamanında harekete geçer ve mizah yazarının, karikatürcünün beyninde alarm zillerinin çalmasına neden olur. Peki, yeteri kadar önleyici olur mu? Kanımca olamaz. Tam tersine, daha derin ve ince bir mizahın oluşmasına yol açar.
Madem fıkra dedik, oldukça eskilerden bir Çin fıkrasıyla sürdürelim bari: Çin’de derebeyleri sürekli savaşırmış. Gelenek bu ya, kazanan derebeyi kaybedenleri sofrasında ağırlar, ziyafetin sonunda da adamların boyunlarını vurdururmuş. Yine böyle bir savaşın sonunda ziyafet masası kurulmuş, yenilmiş içilmiş, sıra eğlence faslına gelmiş. Dansözlerden sonra sahneye kılıç cambazları çıkmış. Bunlar o kadar ustaymışlar ki, havada uçan sineklerin kanatlarını bir darbede kesiyor, incecik ipek kumaşları binlerce parçalara ayırıyorlarmış. Gösteriler bittiğinde, yenilen derebeyi yenene dönmüş, “ Her şey mükemmeldi, teşekkür ederiz, ama artık kestir şu boyunlarımızı da bu eziyet son bulsun” demiş. Yenen gayet mutlu cevaplamış: “Ha o iş mi? Halloldu bile, başınızı sallayın yeter!” Adamlar başlarını salladıkları gibi kelleleri yere düşüvermiş. Meğer kılıç cambazları gösteri esnasında kafa kesme işini de halletmişlermiş…
Yukarıdaki fıkranın konumuzla ne ilgisi var derseniz açıklayayım. Mizahla ilgili pek çok benzetme yapılmıştır. Bunlardan biri de mizahın kıldan ince kılıçtan keskin olduğu şeklindeki klişedir. Kimi zaman bu ‘kılıç’ o kadar incelir ve keskinleşir ki hedef onu hissedemez, amaç da odur zaten…
Hadi bir başka metaforla bitirelim: Mizah aslında akarsu gibidir. Yollar çok daralsa da, duvarlar betonlar kalınlaşsa da, suyu zapt etmek mümkün değildir, kendisine her zaman sızacak bir yol bulur… Bu sızıntıyı ancak dikkatli gözler, keskin zekâlar fark edebilir. Gördüklerindeyse iki tür tepki verirler: Ya şaşırıp mutlu olurlar, ya da çok kızarlar. Mizahın da asli görevi budur: İnsanları hem mutlu etmek, hem de kızdırmak!
Mizah zayıfladı mı? Sansür bitti mi? Bunun kararını siz vereceksiniz…