Kurban Bayramı tatilinden yararlanarak son çıktığım seyahatten sonra, fiziki kondisyonumun, eksi dememek için, sıfır olduğunun farkına vardım. Yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam. Tarih ağırlıklı bir geziye katılmıştık. Arkeolojik kazılar göreceğimi, ki onlara da yaklaştırmazlar, iki de piramide dokunacağımı ve bol oksijenli güneşli bir havada, eskilerden kalma bir kolonu tabure niyetine kullanarak, rehberin anlattıklarını dinleyeceğimi sanmıştım. Ne var ki, olaylar düşündüğüm gibi gelişmedi. Oturduğum mermer taburede, anlatılanlara yoğunlaşmak yerine çantama sıkıca sarılarak, etrafımı çevreleyip hatıra eşyası satmak isteyen çocuklardan sakınmakla uğraştım. ‘Güneş tanrısı’ işini gerçekten iyi yapıyordu. Mendiller ortaya çıkmış, herkes terini siliyordu. Yavaş yavaş piramitlere doğru gidildi. İkinci bir şok! Bunlar düşündüğümden çok daha heybetliydiler; National Geographic’de gördüklerime hiç benzemiyorlardı. Grup üyeleri üç aşağı beş yukarı aynı yaştaydı. Herkes sporcu kesilmiş, tırmanmaya hazır. ‘Gök tanrısı’ onları çağırıyor sanki. Başımı kaldırıp piramidin tepesine bir göz attım. “O kadar trajik görünmüyor” dedim ve Şema’nın ilk cümlesini içimden söyledim. Güvencede olmak için eşimin elini tuttum; başladık çıkmaya. Basamaklar daracık. Ayağımın yarısı içerde, yarısı dışarıda… Biraz daha çıktık ve durdum. Tepeye ulaştım diyelim, bunun bir de inişi var! Mümkün değil. Eşime, “Haydi paşam beni ‘yer tanrısı’na götür” dememle, “Tilda Hanım bekleyin, biz de geliyoruz,” diyen 8-10 kişi ile birlikte el ele tutuşarak zemine ulaştık. Herkesin yüzü alı al moru mor. Sakinledikten sonra yeşil çimenlerde sohbete daldık. İşin güzel tarafı biz aşağıdakiler, yukarıda anlatılanları duyabiliyorduk. Oysa avaz avaz, “Yeter artık inin aşağı,” diye bağırdığımızı bir türlü işitmediler. Bir müddet sonra, zirvedekiler zafer edasıyla yanımıza geldi. “Güzel bir deneyim olmalı, bunun iki misli büyüklükte olan diğer piramit de hayli uzakta. İyi atlattık,” diye düşündüm. Ancak az sonra otobüsün bizi oraya götürdüğünü anladım. Güneş iyice tepedeydi. Ekip baştan döküldü. Büyük bir hevesle piramide yönelen eşim, şirin bakışlarımla karşılaşınca, pes edenler kervanına katıldı. 21 kişiden sadece 5’i tırmandı. Ne gördülerse…
O gün, yolumuz uzun olduğu için sabah 5:00’de yola çıkmıştık. Piramitlerden sonra başka yerlere de gidilmiş, akşam geç vakit konakladığımız mekâna dönmüştük. Herkes girişte soluklanırken, katılımcılardan biri elinde tansiyon aletiyle göründü. İnsanlar sırayla kolunu uzatıyor, “fışırt, fışırt” sesleri duyuluyordu. Çoğunluğun tansiyonu yüksek çıktı. “Sizinkini ölçelim mi?” diye sorduklarında “Aman benden uzak dursun,” diye cevapladım. Keşke ölçtürseymişim. Gece odalarımıza çekilip, bir an önce yattık. Yorgunluktan yığılmama rağmen, çarpıntıdan uyuyamadım. Sabah olduğunda eşime, “Eve ulaşamazsam beni Aşkenazlar’a gömün,” dedim. Tabii aldığım en romantik yanıt, “Haydi haydi yeter saçmalama” oldu. Kısa keseyim, tatilin son günüydü. Çok şükür sağ salim eve vardık.
Kıssadan hisse: Mantık, “Kendi zirven neresiyse orada dur,” diyor. Kalbim ise, “Bir daha tatile çıktığında, deniz kenarındaki tahta bir iskelede oturup, ayaklarını tembel tembel suda tut” diyor.