Daha yolculuğumuz başlamadan sorun çıkartacağını sezdim. “Fermuarı sıkışmış, bir türlü kapatamıyorum, yardım et!” diye feryat etti bavulla boğuşmakta olan karım. Henüz sabahın beşiydi, zamanımız vardı ama İstanbul’un malum trafiğine güven olmazdı.
Daha yolculuğumuz başlamadan sorun çıkartacağını sezdim. “Fermuarı sıkışmış, bir türlü kapatamıyorum, yardım et!” diye feryat etti bavulla boğuşmakta olan karım. Henüz sabahın beşiydi, zamanımız vardı ama İstanbul’un malum trafiğine güven olmazdı. “Ben şimdi onun hakkından gelirim!” diyerek bir hışım fermuara abandım. Kaba kuvvetime dayanamadı, dişlerini geri çekti. Karıma çaktırmadan yırtık kumaş parçasını içeri iteledim, hızla bavulu kilitledim.
İkinci numarasını yapmak için fazla beklemedi, arabamızın bagajına yüklerken her nasılsa elimden kurtuluverdi. Tekerleği sağ ayağımın tarağına iniyordu ki, ani bir refleksle geri çekildim. “Ha ha, ıskaladın!” diye güldüm sinirle. O an bagaj kapağı kafama indi. Beynimde çakan yıldızların etkisiyle kafamı hızla öne eğdim. Meğer hazırda beklermiş! Bu kez sert köşesiyle sağ gözümün üzerine çaktı! Sersemledim…
Karım bu gibi durumlarda hep hazırlıklıdır. Çantasından çıkardığı kremi hemen gözümün çevresine bulaştırmaya başladı. “Merak etme, bu ‘arnika jel’ mucizevî bir merhemdir; gözünün şişmesini şipşak önleyecektir” dedi. Sonuç; sağ gözüm, kanlanıp morardığı yetmezmiş gibi, bir de karımın sürdüğü parlak jel sayesinde daha korkunç bir görünüm kazandı. Yolculuk boyunca gözüme ne olduğunu soranlara ‘karımın marifeti’ dedim kimseyi inandıramadım, oysa doğruyu söylüyordum. Kafamın tepesindeki minik şiştense muhterem refikama hiç söz etmedim…
Bavulumuzla bundan sonraki karşılaşmamız New York Havalimanı’nda gerçekleşti. Tüm hemcinsleri gibi o da yürüyen banttan kendini hasretle kollarımıza attı. On saatlik kargo yolculuğunu kaldıramamışa benziyordu. “Lütfen bir daha beni oraya tıkmayın!” diye yakarır gibiydi. Gözüm hâlâ sızlıyordu, içimden, “görürsün sen şimdi!” diye geçirdim ve çekçekten kavradığım gibi hızla iç hatlar bagaj teslim bölümüne yöneldim. Miami’ye devam ediyorduk ve iki uçak arası, JFK Havalimanı’nın karışıklığı göz önüne alındığında, oyalanacak zamanımız yoktu.
Onu kara derili bir görevliye teslim ettiğimde, bana fırlattığı tehditkâr bakışı görmezden geldim. Hatta iri kıyım görevli onu tüm gücüyle kaldırıp bagaj arabasına fırlattığında gülümsemekten kendimi alamadığımı itiraf etmeliyim. Sanırım o da bunu fark etti…
Karım uzaklaşan bavulumuzu endişeyle seyrederken her zamanki sorusunu yineledi: “Etiketleri iyice kontrol ettin mi?” Ben de alışılmış cevabımı vererek onu rahatlattım: “Evet!” Uzaklaşan bavulumuza son bir kez el salladık ve bizi öbür terminale götürecek trene doğru koşmaya başladık.
Miami’de beklenen gerçekleşti. Bizimkisi hariç tüm bavullar sahiplerine kavuştu. İstifimi hiç bozmadan kayıp bagajlar bölümüne yöneldim. ‘Nasıl bir bavuldu?’ sorusuna, asi, hırçın ve oldukça tehlikeli demek istediysem de, görevlinin beni üşütükler listesine kaydedeceğini düşünerek vazgeçtim, sert siyah bir bavul olarak kayda geçirdim. Görevli beni rahatlattı, “Siz şimdi gidin, bavulunuz bir sonraki uçakla gelir gelmez otelinize göndeririz” dedi. İçimden ‘zor gelir!’ diye geçirdiysem de ağzımı açmamayı yeğledim.
Gecenin bir vakti verilen numarayı aradım. Telefonu açan kişi adımı söylememi istedi. Söyledim, tekrarladı. Doğruysa ‘yes’, yanlışsa ‘no’ deyin dedi. ‘Yes’ dedim. Ardından kayıp bavul beyanımın kod numarasını istedi. Söyledim, tekrarladı. Doğruysa ‘yes’, yanlışsa ‘no’ deyin dedi. ‘Yes’ dedim. Kısa bir sessizlikten sonra, ‘bavulunuz henüz bulunamamıştır’ dedi adam soğuk ses tonuyla… ‘Nasıl olur? Ama ben… Bir dakika…’ falan diyecek oldum ki, telefonda bir robotla muhabbet etmekte olduğumu anladım.
Ertesi sabah üç gün sürecek konferansım başlıyordu. Kıyafet kodu resmiydi ve takım elbisem meşhur bavulumuzdaydı. Mecburen, lacivertler yerine mavi bir cin, enine Abercombie yazan turuncu bir tişört, ayağımda lastik nike’lerle toplantıya katıldım. Nedense kimse bu sıra dışı kıyafetimi yadırgamadı. Yanıma yaklaşanlar, hal hatırlaşma faslına geçmeden ‘bavulun kayıp ha!’ diyerek empati kuruyorlar, bu işin kendilerinin de başına geldiğini söyleyerek güya beni teselli ediyorlardı.
Üçüncü gün, gece yarısı saat üçte mutlu haber geldi. Resepsiyon görevlisi telefonda şakıyordu: “Müjde senyor, valiziniz geldi!” İki gündür benimle birlikte bavul avına çıkan otelin Latin kökenli gece görevlileri, bavulun bulunması üzerine minik bir kutlama düzenlediler. Birlikte şampanya içtik…
Odaya çıkardığımızda hayretle üzerinde bir tane bile olsun etiket kalmadığını fark ettik. Nasıl olur da, orasına burasına yapıştırdığımız, tutturduğumuz adres etiketlerinin hepsinden birden kurtulabilmişti? Açtık, eşyalarımız eksizdi. Aman Tanrım! Biz bunca giyeceği niçin taşıyorduk ki? İki gün boyunca hiç birine gerek duymaksızın gayet güzel idare etmiştik!
Konferansın son günü, tüm katılımcılar benimle dayanışmak adına spor kıyafetlerle geldiler. Bense lacivert takım elbisemin içinde sırıtarak insanlara bavuluma kavuştuğumu müjdeledim.
Konferans sonrasında ailece kısa bir tatil yapmayı planlamıştık. İstikametimiz Karayipler’de küçük bir adaydı. Bu kez bavulumuzu uçağa teslim etmeden önce her tarafına kocaman adres etiketleri yapıştırmayı ihmal etmedik tabii. Etiketlerin iyice yapıştıklarını kontrol bahanesiyle kendisine sıkı bir dayak atıp hırsımı birazcık olsun aldım. Yanıt vermekte gecikmedi! Adaya indiğimizde yine ortalıklarda yoktu. Oysa tüm yolcular valizlerine kavuşmuş alanı terk etmeye başlamışlardı. Söylene söylene bir görevli aramaya koyuldum ki, uzakta bir köşede bekleşen üç beş bavul fark ettim. Sanki içlerinden bir tanesi bana göz kırpıyordu. Evet, bu bizimkiydi! Peki ama neden oradaydı? Acı gerçeği öğrenmekte gecikmedim. Tekerleklerinden birini yitirmiş, hasarlılar arasına katılmıştı.
Artık şefkat göstermemiz gereken sakat bir bavul sahibiydik. Yolculuğun geri kalan bölümünde onu çekip sürüklemeden, sapından tutup kaldırarak taşıdım hep. İnanın, döneli beş gün oldu, hâlâ belim ağrıyor!