“Senin karanlığın bile yeter bana”

Aşkların çoğu tüketilir ve biter nihayetinde. Siz hiç 20 yıl sürüp tüketilmeyen, ama hep ıskalanmış olan gerçek bir aşk hikâyesi duydunuz mu hiç?Anlatacağım hikâyenin sonu mutlu bitmiyor. Uyarmak görevim.

twitter.com/basyazar

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
8 Şubat 2012 Çarşamba

Senin karanlığın bile yeter bana sevgilim” demişti genç kadın, aşığına. Bir başka mektubunda ise şu sözleri yankılanıyordu Viyana’dan: “Paris’e geliyorum. Ne olur benle birkaç gün geçir. Beni Seine Nehri’ne götür, küçük balıklara dönüşene ve birbirimizi yeniden tanıyana kadar bakalım sularına.”

Bu satırların yazarı, 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa edebiyat ve felsefe dünyasında yaşanan en ayrıksı, en uzun, en gel-gitli ve en hüzünlü sonla nihayetlenen bir aşk hikâyesinin kadın kahramanı şair-yazar Ingeborg Bachmann’dı. Aşığı ise Holokost’un yıkıcı ölüm kamplarından kurtulmayı başarmış, lâkin ondan sonra bir türlü hayata istikrarlı devam edemeyen şair Paul Celan’dı.

Kaderin garip bir tesadüfü ise, Bachmann’ın ailesi Avusturya Nazi Partisi ile yakın ilişki içindeyken Celan’ın Nazi zulmünde, ‘kendinden bile çok sevdiği’ annesini ve sonra babasını ölüm kamplarında kaybedecek biri olmasıydı. Celan’ın tarihin gelmiş geçmiş en gaddar ikliminden nasıl da sağ çıktığını ise kimse anlamadı. Kendisi hiç bir zaman ayrıntıya dökmedi o günleri. Lâkin edebiyat tarihine geçen “Ölüm Fügü” şiirindeki gözlemi korkunçtu:

“Yahudilerini çağırıyor toprağa bir mezar kazsınlar diye / Buyruklar yağdırıyor bize çıkıp oynamamız için / Bağırıyor daha tatlı çalın diye ölümü. / Alman bir ustadır ölüm / Siyah sütünü içiyoruz sabahın akşam saatlerinde / Onu içiyoruz, öğle, sabah demeden...”

Bu karanlık mısralardan geriye kalan Celan’ın tanıklığı oluyordu. Öldürecekleri Yahudilere kendi mezarlarını açmaları emredilirken, diğer yandan başka tutsak Yahudilere müzik çalmalarını emreden Nazi subaylarını anlatıyordu.

Savaş biter, yeni bir hayat başlar. Sovyet antisemitizminden dolayı yaşadığı ülkesi Romanya’yı terk edip Paris’e yerleşir. Ve 1948’de, 20 yıl sürecek pek de benzeri görülmeyecek bir aşk hikâyesindeki aşığına rastlar Viyana’da, bir edebiyat kongresinde.

Ingeborg Bachmann aynen Hannah Arendt gibi, Nazi ideolojisini savaştan sonra bile terk etmeyen ünlü filozof Heidegger hayranı olarak onun varoluşçuluğu üzerine felsefe doktorası yaptığında Paul Celan’a delice âşık olur. Biri Viyana’da, diğeri Paris’te uzaktan sözcüklerle birbirlerine dokunmaya çalışırlar. Ender de olsa yaşadıkları bir kaç günlük birlikteliklerin dışında aşkları, tutkunun yakıcı ve yıkıcı girdaplarına da sokar onları. Paul Celan, savaş sonrası Alman dilinde yazan yegâne yahudi şair olarak edebiyat çevresinde hep bir mesafeyle uğraşır hale gelir. Bunun onda yarattığı düş kırıklığı Ingeborg’la olan ilişkisini de olumsuz etkiler çoğu zaman.

“Faşizm nerede başlar? Faşizm insanlar arasındaki ilişkilerde başlar; iki insanın arasındaki ilişkide başlar. Ve ben anladım ki, savaş ve barış yoktur; hep savaş vardır!” der Ingeborg bir mektubunda.

Ve ayrılırlar. Celan, beklenmedik bir şekilde Paris’te ünlü bir artist ile evlenir ve iki çocuğu olur. Ingeborg ise, İsviçreli ünlü bir yazarla evlenir. Lâkin, ikisi de mutsuz yaşamlarını değiştiremezler. “Yaşam korkunç bir incitme” dediği Paul’u tekrar birlikte olmaya çağırır. Paul, eşi ve çocuklarını bırakmayı göze alamaz ama onunla uzak mesafede olmasına rağmen ara ara görüşmeye devam eder.

Ingeborg aşığına, “sadece yaz bana, bana yaz ki seni bileyim ve sensizlikte sensiz kalmayayım” derken Paul ise “senin yanında suskun kalmak da istiyorum” diyerek aralarındaki tuhaf ve yok olmayan tutkuya gönderme yapıyordu.

Paul Celan’ın akli dengesi, Holokost’tan sonra tam bir düzene oturmuşken, bu benzersiz garip aşkın ortasında birden çok haksız bir şekilde edebiyat dünyasında intihal ile suçlanması onu çıldırtır. Üstelik sevgilisini ona bu konuda destek vermemekle de suçlar.

Ve gel gitleri yoğun olan aşkları daha da bulanıklaşır. Bu arada Ingeborg eşinden ayrılır. Celan’ın eşi aralarındaki ilişkiye hoşgörüyle yaklaşır ama bu tabloda hiç kimse mutlu olmaz.

1967’de Paul Celan’ı eşi terk eder, zira onunla aynı evde yaşamak ıstırap haline gelmiştir.

Holokost tanıklığı, annesinin elvedasız ölümü ve sonra da edebiyat dünyasında kendisine yapılan büyük haksızlık sonunda bu ünlü şairi yalnızlık ve “kimliksizlik” içinde Seine Nehri kıyılarında yaşamaya iter.

1970 baharında bir gece, Mirabeau Köprüsü’nden atlayarak nehrin sularında kaybolur.

Ingeborg ise, üç yıl sonra yalnız yaşadığı Roma’daki dairesinde uyuşturucu hapları eşliğinde içtiği sigara nedeniyle çıkan yangında kaybeder hayatını garip bir şekilde.

Muhtemelen o da intiharı seçer.

Birinin ölümü sularda, diğerininki ise ateşte olur. Hayatı oluşturanlar onların ölümüne ev sahipliği yapar.

20 yıl süren hakkıyla yaşanmamış, giderek ıskalanmış bir aşk hikâyesi tarihe karışır böylelikle.

Geriye özlem ve hüzün dolu şiirli yazışmaları kalır:

“Gelecek bir şey yok artık. / Bir daha ilkbahar olmayacak...”

 

twitter.com/basyazar