Geçen haftaki köşe yazısında Tilda Levi, ilk fırsatta bir tablet bilgisayar edineceğini yazmıştı. Umarım almıştır. Geçenlerde bir otelin lobisinde tabletimle oyalanırken, karşımdaki koltukta oturan yaşı geçkince ama mihrap yerinde bir İtalyan hatunu laf attı: (…)
Geçen haftaki köşe yazısında Tilda Levi, ilk fırsatta bir tablet bilgisayar edineceğini yazmıştı. Umarım almıştır. Geçenlerde bir otelin lobisinde tabletimle oyalanırken, karşımdaki koltukta oturan yaşı geçkince ama mihrap yerinde bir İtalyan hatunu laf attı: “Nasıl, bu oyuncaktan memnun musunuz?” Hiç tereddütsüz yanıtladım: “Bunca yıl onsuz nasıl yaşamışım bilemiyorum!” Kadın bu yanıtı beğenmemiş olmamalı ki, ani bir hareketle kalçasına kadar sıyrılan eteğini topladı ve yüzündeki küçümser ifadeyi göstermeye özen göstererek kafasını yan tarafa çevirdi. Ben de içimden derin bir oh çekerek yeniden sevgili tabletime gömüldüm tabii.
Bu tabletin önemli bir özelliği de ellerimi kirletmemesi. Başınıza gelmiştir, gazete sayfalarını karıştırırken kimi zaman parmaklarınız simsiyah olur. Sırf bu nedenle uçakta gazete okumaktan hoşlanmam. Ama uçarken tabletimi de açmıyorum zira koltuğuma oturur oturmaz anons başlıyor: “Uçuş güvenliğiniz için kemer ikaz ışıkları sönünceye kadar her türlü elektronik eşyanın kullanılmaması…” Mübarek kemer ikaz ışığı hiç sönmüyor ki! Çevremdekilerin hepsi gazete dergi okurken ben de boş oturacağıma kitap okuyorum.
Geçtiğimiz Ocak ayında da böyle oldu. Bol yolculuk yaptım, çokça kitap okudum. İşte size bunlardan bir seçki:
Jean Kéhayan’ın ‘Vatansız’1 adlı belgesel tadındaki romanını Ermeni bir arkadaşım verdi. Yolda okunası bir kitap değilmiş, 10.000 metrede inanın insanın psikolojisi bozuluyor. Yine de yutarcasına okudum. 1944 yılında Marsilya’da doğan yazar, diasporadaki barış yanlıları arasında yer alıyor ve Fransa’daki Ermeni toplumuyla ters düşmekten kaçınmıyor. Kitabın önsözünde şöyle yazıyor: “Dedelerimin, ninelerimin hepsi yaşamlarını yitirmişti. Dolayısıyla çocukluğum göç ve katliam öyküleriyle yoğruldu. Tarihin bu trajik yüzünü inkâr etmek mümkün olmasa da, kin gütmek yerine anlamaya çalıştım. Bu yüzden Türkiye’ye geldim. Gelmeden önce acı ve korku taşıyordum yüreğimde. Fakat zaman sağaltıcı etkisini yine gösterdi ve yeni tanıştığım aydın Türk arkadaşlarımın düşmanım değil, geleceği birlikte inşa edeceğimiz yürekli kardeşlerim olduğuna inandım.”
Bu da son paragraftan: “Fransa’dan çok uzakta yer alan Kafkasya’daki küçük Ermenistan’ın güçlü komşusuna ihtiyacı var. Ortak yurdumuzun bir parçası olan efsane dağ Ararat’ın çevresinde çocuklarımızla torunlarımızı el ele görme hayalinin gerçeğe dönüşmesi hiç de imkânsız değil. İşte o zaman sevginin nefretten güçlü, gerçeğin ise yalandan daha birleştirici olduğu kanıtlanmış olacak.”
Okuduğum ikinci roman Yunanlı bir yazarın kaleminden çıkmaydı. Yorgos Theotokas İstanbul’da doğmuş ve çocukluk ile gençlik yıllarını 20.yüzyılın başlarında İstanbul’da geçirmiş.Kurtuluş Savaşı’ndan sonra İstanbul’u terk etmek zorunda kalmış ünlü bir yazar. ‘Leonis’2 adlı romanı o dönemin Taksim’inde, Beyoğlu’sunda, Büyükada’sında geçiyor. Yazar, yaşanmış olayları insan sevgisiyle işleyerek bir solukta okunan bir roman yaratmış. Romanın kahramanı Leonis (aslında yazarın kendisi), İstanbul’da okurken Birinci Dünya Savaşı patlak veriyor, şehir işgal ediliyor. Güzel günlerin, tatlı hayatın sonudur bu bir anlamda. Kurtuluş Savaşı’nın ardından Leonis hem sevgilisinden hem de sevdiği şehirden ayrılmak zorunda kalıyor.
Kitabın önsözünde yazar şöyle bir tespitte bulunuyor: “Bu kitaptaki genç, tarihin akışının korkunç gerilimini de yaşamak gibi acı bir ayrıcalığa sahip. Kendi varoluşunun içinde tarihin varlığını da hissediyor. Bu tarih olup bitmiş, geçmişte kalmış bir tarih değil. O an oluşan ve büyük dönüşümlerinden birinin izini bırakan bir tarih. Yakıcı ve ağır bir varlık, varlığı ile ilk gençliğin özgürce filizlenmesini engelliyor, ama beri yandan da bu ilk gençliğe bambaşka bir tat ve bambaşka bir değer katıyor.”
Roman boyunca yazarın İstanbul sevgisi sık sık dile geliyor. Aramızda yarım asır fark olmasına karşın, aşağıdaki bölüm benim çocukluk duygularımın bir fotoğrafı sanki:
“Leonis tatil bitip de yazlıktan ayrılacakları zaman hep ağlardı. Büyükada ya da Tarabya vapurunda yazlık evlerin sis içinde kaybolduğunu, büyük ve gri evlerin yaklaştığını görünce gözlerinden yaşlar akacağı herkes tarafından bilinirdi. Herkes bunu beklerdi, gözlerinin pınarlarından ilk damlalar süzülür süzülmez herkes gülmeye şakalaşmaya başlardı. Kendisi de yaptığının komik olduğunun farkında olduğu için, yarım ağızla gülümserdi, ama hıçkırıklarını da tutamazdı. Kıyılarda, kayıklarda, bahçelerde geçirdiği güzel, özgür günleri kaybetmiş olmanın acısı ve üzüntüsü içinde büyürdü.”
Sonuncu kitabı karım verdi, okumamak olmaz! Henüz yeni çıktı, halen tutuklu Çetin Doğan Paşa’nın eşinin anıları… Bir çırpıda okudum. İçtenlikle ve son derece yalın bir dille aktarmış Nilgül Doğan yaşadıklarını. Sadece son sıkıntılı dönemini değil, tüm özel yaşamını gözler önüne sermiş yazar. Kimi bölümler farklı bir gözden bir tür askerlik anısı adeta… Diyarbakır’da düzenledikleri, Ankara Opera ve Balesi’nin vereceği bir konser öncesi sopranonun akustik prova esnasında görevlilerden birinin “Abuuu! Garinin bi yeri mi acıdı ki bagrir?” diye feryat ettiği bölümde elimde olmaksızın kahkaha attım. Nitekim kitap okundukça kâh tebessüm ettiriyor, kâh güldürüyor, ama çoğu kez de düşündürtüyor. An geliyor, ‘yok artık, bu kadarı da olamaz!’ diyesi geliyor insanın. Kitabın adı, ‘Adını Siz Koyun’3.
Her üç kitabın ortak bir paydası olabilir mi diye düşündüm ve sanırım buldum: Sevgi!
Nilgül Doğan sayfalar boyunca kocasına olan tutkulu sevgisini anlatıyor. Bu sevgi ona güç veriyor, ayakta tutuyor, direnmesini sağlıyor. Ama bence en önemlisi, bu sevgi ona umut aşılıyor. Leonis’teki sevgi romantik ve duygusal; içinde bolca özlem barındırıyor. Vatansız’da ise Jean Kéhayan’ın tespiti sanki her şeyi özetliyor: Sevgi nefretten güçlü olunca, gerçek yalandan daha birleştirici olur.