Çarşamba günü editörümden geleneksel hatırlatma yazısı geldi; “Bu hafta yazı sıran, ‘yeni’ konular ile bizleri gülümsetmeni bekliyoruz” diyor. Ana fikir ne? Konu yeni olacak, yani Brezilya’dan bahsetmeyecek, okuyucu sıkmayacak, anlaşılır ve akıcı olacak, tüm Şalom yazarlarının yapmaya çalıştığı gibi ilgi çekecek ki bir dahaki Şalom eve geldiğinde, atılmadan önce naylon poşetinden çıksın… Sonra bildiğiniz üzere, suya dokunacak sabuna dokunmayacak. Tamam dedim kendi kendime, görev anlaşıldı. Geçtim bilgisayarın başına. Ne demişti editörüm? Yeni konular, gülümsetmek, bekliyoruz… Yeni konular gülümsetmek, bekliyoruz… Bekliyoruz… Bekliyoruz… Herhalde kar dolayısı ile yollar kapandı ‘ilham’ gelmiyor… Başına bir şey gelmemiş olsa bari. Bir varmıııış bir yokmuuuş, İstanbul’da kar yağışının yoğun olduğu günlerden birinde…
Sabah alışmadığım bir sessizlik beni uyandırıyor, ne bir servis arabası kornası, ne de annelerin, “paltonu kapat üşüteceksin” bağırtısı… Gözlerimi açmıyorum. Belki uyumaya devam ederim diye, saat kaç ola ki acaba, göz kapaklarımın üzerinden yansıyan hafif bir aydınlık sabah olduğunu haber veriyor… Peki, sebeb-i hayatım? Yatak odasını dinliyorum gözlerim kapalı, uzaklarda, çoook uzaklarda telefonun hiç durmayan sesi... Yan tarafa elimi uzatıyorum… Boş… Yok! Çoktaaan kalkıp gitmiş, elinde kumanda kanal kanal geziniyor olsa gerek, Blumberk, CNN, Eronıvs filan falan. Bir sürü uzman, analistten “Euro’yu alın, ama almasanız acaba daha mı iyi olur? Altın, ooo tu kaka, sakına almayın ama gelecekte çok parlak olabilir de olmayabilir de… Dolar, hemen alın, ama almayanlar kazanabilir sanırım” şeklinde çok kesin ve keskin ifadeleri birbiri arkasına sıralamakla meşguller… Ama olmaz ki bu kadar yoğun düşünürsem elbet uyanırım. Kafamın içindeki tilkiler tek tek uyanıp daire oluşturmaya başlamışlar, birazdan akşama kadar süren bir kovalamacaya hazırlanıyorlar. İster istemez gün başlıyor ve kalkıyorum yataktan… Saat de 8:00. Ooo çok geç olmuş… Yol üzerinde oğluma uğruyorum, hani sabah mahmurluğu ile bir iki sohbet filan diye düşünüyorum. Kendileri yatakta, dizinin üzerinde lep-top, kulağında mobil, bana serbest kalan işaret parmağı ile “örtmenim” işareti yapıyor; yani şu anda meşgulüm, lütfen daha sonra tekrar uğrayınız... “Günaydın oğlum, ben de seni seviyorum” diyorum içimden ve banyoya uğruyorum. Aynada bir post-it, kızım 8:30’da uyandırılmayı istemiş; notun sonunda kalpler ve gülen suratlar var, ne şirin. Kızımın odasına gidiyorum… Üniversite için ders seçimi varmış; nasıl bir sistem ise artık bu, dersler kapanın elinde kalıyormuş… Acele etmezse istemediği dersler kalırmış. Onun da kulağında telefon, yastığında kompüter, klavyede iki eli ile bir şeyler yazıyor… Beni görüyor; gözlerini sıkıca kapatarak, başını yukarıdan aşağıya birkaç kez sallayarak bana “günaydın, aradığınız abone şu anda cevap vermiyor, muhtemelen telefon kapalı veya kapsama alanı dışında, daha sonra tekrar deneyiniz” sinyalini veriyor. Zihnimde, “günaydın kızım, seni de çok seviyorum” diyerek karımcığıma yöneliyorum. Salonda uyanmamaya çalıştığım ‘o’ anda tahmin ettiğim gibi televizyon açık, ekranda bir sürü anlamsız grafikler, grafiklerin başında koca koca adamlar ‘kum falı’ bakıyorlar. Karımın sesini duyuyorum, telefonda. Sesin geldiği yere, kompüter odasına giriyorum; her iki kulağı da telefonda, telekonferas yapıyor. (3 kulaklı yaratılmamamızın sebebi buymuş demek). Gözü bilgisayar ekranında olduğu için sebeb-i hayatım, geldiğimi fark etmiyor bile… “Günaydın aşkım, ne güzel bir gün değil mi?” diyorum. Odadan çıkıyorum… Obama ile gündelik konversasyonunu bölmeyelim… Güzel gün demişken, pencereden bakıyorum, beni uyandıran sessizliğin sebebini görüyorum: Kar… Her yer bembeyaz. Pencereden, pamuk pamuk olmuş boş sokaklara ve güzelliklere bakarken köpeğimiz timon geliyor yanıma tam hız kuyruk sallayarak. Kedi büyüklüğünde olduğu için iki ayak üzerine kalkarak başını okşatıyor, “günaydın timon” diyorum. Söylediğimin kıymetini anlayıp, kuyruk sallamasını daha da hızlandırıyor ve sevgisini göstermesinin bir ifadesi olarak elimi yalıyor; iyi ki varsın timon… Ve iyi ki telefonda konuşmayı ve bilgisayar kullanmayı bilmiyorsun… Koltuğa oturuyorum, timon da yanımda, başı dizimin üzerinde. Sıcacık evimdeyim, dışarıda kar, sevenlerım yanımda… Daha ne isteyeyim… Günaydın ev halkı…
Az sonra oğlumcuğum kapıda gözüktü, Nelson Mandela ile görüşmesini bitirmiş, artık huzuruna kabul edilebilirim. Yanıma oturdu, mahmurluğunun etkisi ile bana yaslandı, değmeyin keyfime. Birden küçük mavi tulumlu hali geldi gözümün önüne, bu yanımda oturan battal boy ‘adamın’ minik, şirin hali. İlkokula başladığı gün, ortaokul mezuniyeti, üniversite sonuçlarını aldığı gün, askere uğurladığımız gün... Anlaşılacağı gibi “o şimdi askerliğini bitirdi.” Ne demişler başlamak bitirmenin yarısıdır; şimdi, hayat yolculuğu başlıyor. Yolun açık, şansın bol olsun oğlum... Hep birlikte büyüyoruz galiba. Hayata başlarken arkadaşlar ile birbirimizin evliliklerine mutluluklar dilerken şimdi birbirimizin çocuklarına bir ömür boyu mutluluklar diliyoruz… ‘Galiba’sı fazla, hep birlikte büyüyoruz. Geçenlerde klanımızdan bir kızımızı daha evlendirdik. Teva’da, hupa altında, o en güzel büyülü görüntü esnasında onlara baktığımda “yahu bunlar daha çocuk” diye içimden geçirdiğimde, evlendiğimde onlardan daha genç olduğumu hatırladım… Offff, çok fena büyüyoruz… Zaman giderek hızlanan bir tempoda akıp gidiyor... Durdurun dünyayı inecek var…
Kızım? Halen telefonda, ders seçimini, karım da telekonferansını bitirince hep beraber kahvaltıya gideceğiz… Bugün işe gitmeyeceğim, her yer kar… Zaten işe vardığımda dönme saatim gelecek (iş yerim yakın, Çerkezköy’de; oralar buralardan da karlı imiş…) Bugün, akıp geçen zaman içerisinde birbirimize zaman ayıracağız… İşte bugün dünya bizim için duracak ve bir günlüğüne keşmekeşten uzaklaşacağız… Şiddetle tavsiye ederim nadiren de olsa siz de yapın.
Sevgiyle kalın...