Muhteşem bir yaratıcılık, olağanüstü bir gözlem yeteneği ve müthiş bir kıvrak zekâ... Sadece Türk televizyonlarına yazdığı ve oynadığı dizilerle örnek olmakla kalmadı, yazdığı kitaplarla da Türk Edebiyatı’nın en güzel ve özel mizah yazarı olarak edebiyat tarihi içindeki yerini çoktan aldı.
Gülse Birsel’den söz ediyorum.
Muhteşem bir yaratıcılık, olağanüstü bir gözlem yeteneği ve müthiş bir kıvrak zekâ... Sadece Türk televizyonlarına yazdığı ve oynadığı dizilerle örnek olmakla kalmadı, yazdığı kitaplarla da Türk Edebiyatı’nın en güzel ve özel mizah yazarı olarak edebiyat tarihi içindeki yerini çoktan aldı.
Gülse Birsel’den söz ediyorum.
İstanbul’un sokaklarında bizim görmediklerimizi gördüğü, bizim gördüklerimizi bize son derece sevimli, farklı ve özgün bir komedi diliyle anlattığı için bu zamanın en değerli dizi senaryosu yazarlarından biri...
Genç yaşına rağmen farklı kuşaklara hitap edebilme özelliğiyle, herkesi güldürebilen, güldürürken izleyicinin eleştiri yeteneğini geliştiren, toplumu nasıl görmesi görürken nelere bakması gerektiğini ona dolaylı yoldan anlatan bir kalem...
Avrupa Yakası’yla başlayan ve tartışılmaz bir keyifle yıllarca süren o şahane yolculuktan sonra, ağlayan kadınların, silah sıkan adamların, töreye kurban gidenlerin, kan davalarının egemenliği altına girmiş ekranları ‘Yalan Dünya’ ile yeniden özgürlüğüne kavuşturdu.
Cuma akşamı gibi aslında pek çok şeyin yapılabileceği, ertesi günü tatili olan o rahat ve güzel gecede, insanları ekran başına kilitlemeyi başardı. İzleyemeyecek olanlar, kayıt cihazlarına sarıldılar. Dizi o kadar tuttu ki izleyiciler aynı bölümü defalarca seyretmekten bıkmadılar.
Tipler, ifadeler, tavırlar ve üsluplar anında dilin aktüeline yerleşti. Dizi kahramanlarının replikleri herkesin dilinde dolaşıyor.
Kahramanlara baktığımızda aslında çok tanıdık insanlar olduklarını fark ediyoruz. Bütün bunları düşünmek, fark etmek, yakalamak ve bu kadar başarılı bir öykü içinde bir araya getirmek nasıl bir yetenek diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Gülse Birsel, bu dizinin senaryosu için sabahlara kadar yazıyor, sonra da soluğu sette alıyor olsa gerek...
D Prodution’un yapımcılığını üstlendiği, Jale Atabey Özberk’in yönettiği dizide müthiş başarılı bir kast çalışması yapılmış.
Cihangir’e gitseniz ve o apartmanın terasına çıksanız Şehmuz Bey’i (Altan Erkekli) çizgili pijamalarıyla, elinde gazetesi, gözlükleri burnunun üstüne düşmüş, koltukta hafifçe kestirirken göreceğine yemin edebilir insan. Servet Hanım’ın (Füsun Demirel) giyim kuşam seçimi, saç modelleri, titizlik hastalığı ve her şeyden öte, çamaşır suyu bağımlılığı gibi akla gelmeyecek güzellikte özelliklerini bir araya toplamak bambaşka bir yaratıcılık örneği...
Rıza’nın (Beyazıt Öztürk) saf, iyi niyetli ve ümitli delikanlı halleri; Gülistan’ın (Hasibe Eren) dibi bir karış uzamış saçları, kıyafet seçimi, annelik ve eş olma rolleri, görümcelik özelliği; Emir (Sarp Apak), Bora ( Öner Erkan) ve Açılay’ın (Nihal Yalçın) evde yarattığı ve bizlere yaşattığı o sahici ve tanıdık arkadaşlık bağı; Orçun’un yanlış eğitim ve olanları görmezden gelen bir anne babanın çocuğu olduğu için ödediği bedel, setteki ekibin Türk dizilerini irdeleyen gerçekçi ve komik yaklaşımları bizi kahkahalara boğarken aynı zamanda düşündürüyor.
Tülay’ın (İrem Sak) çizdiği pavyona düşmüş kadın tiplemesi ile Nurhayat’ın (Gupse Özay) üstlendiği aileye girmeye çalışan ve kendini buna layık gören çok bilmiş, çok konuşan, insanın tahammül sınırlarını zorlayan kadın rolü ancak bu kadar sinir bozucu olduğu kadar aynı anda da nasıl bu kadar gerçekçi ve sevimli olabiliyor?
Yılların tecrübesini Afife tiplemesiyle ekranlara bir kere daha taşıyan Sevgili Gönül Ülkü’nün karşısında ancak saygıyla eğilebilir ve iyi ki varsınız diyebiliriz.
Ve elbette dizinin belki de kilit ismi Olgun Şimşek; hem alkolik, idealist oyuncu adayı Ahmet, hem de muhteşem özellikleriyle, mimikleri, beden dili, kostümleri taşıma başarısı, konuşma özellikleri ve her bölümde daha da gelişerek bizi kendine daha da çeken Selahattin’le herkese şapka çıkarttırıyor.
Gülse Birsel ve onun gibi bu işe gönül vermiş, komediyi zaman zaman ironik, zaman zaman da sadece komik unsurlarla evlerimize taşıyan başarılı oyuncular ve yazarlar olmasa televizyon ekranları çoktan kararmıştı.
Gülmek isteyenler, başka hiçbir şey düşünmeden sadece diziyi izleyerek hem eğlenmek hem de düşünmekten zevk alanlar; Cihangir’de, Dünya Apartmanı’nın teras katındaki bitişik dairelerde oturan bu sevimli iki aileye komşu olmayı seçiyorlar.
Zamana zaman sette çekilen sıkıntılara, yozlaşan dizi yapma anlayışlarına kızıyor, zaman zaman pavyonların gerçeği karşısında hüzünleniyor, çoktan bitmiş; ama devam etmek zorunda olan evlilikleri görüp hayıflanıyor, çocuk yetiştirmede yapılan yanlışları fark edip gençlere acıyor, ikinci kadın konumundaki çaresiz kadınları hor görmekten vazgeçiyor, kendini yetiştirmeyi başaramamış delikanlılara anlayışla yaklaşmayı tercih ediyorlar…
Onlar, bu ailelere komşu olmayı seçerken kendi yaşadıkları ortama, ayrıntılara, insanlara, yaptıklarına ve yapmadıklarına; doğrularına ve yanlışlarına dikkat ediyorlar. Güldükleri bu kahramanları çok seviyorlar. Bu tatlı komşularla çıktıkları her yolculukta bir yandan gülerken bir yandan da hayatın başka bir tarafını keşfediyorlar.
Dünyanın tüm yalanlığına rağmen; içindeki sazın, sözün, cazın, yazın, güzün, hazzın farkına varıyorlar.