ALP ALKAŞ
Geçtiğimiz hafta sonu Wembley’de oynanan Liverpool ve Cardiff City arasında oynanacak Carling Cup kupası finaline bilet bulduğumdan beri kafamdan pek çok şey geçti konuyla ilgili. Rugby’den buz hokeyine her türlü spor müsabakasını keyifle seyredebilen biri olmama karşın, Fenerbahçe’nin Cumartesi akşamını yenildiğini Pazar öğleden sonra fark ettim. Uğruna tren yolculukları ile deplasmanlara gittiğim, günü birlik Liverpool seyahatleri bile yaptığım Liverpool, beş sene sonra ilk defa bir final maçına çıkıyordu. En son 2007’de Atina’daki finalde Milan’a tipik Inzaghi golleriyle kaybetmiştik. En son kazandığımız kupa ise 2006 FA Cup finali idi. Fakat bu maç o zamanlarda Yeni Wembley’iın inşaat halinde olması dolayısıyla Cardiff’te oynanmıştı. Bu da Steven Gerrard (Stevie G, Captain Magnıfıcent, Mr. Liverpool olarak da bilinir) için bir ilk manasına geliyordu. Liverpool’un son on yılındaki bütün başarılarına imza atan ve mahallenin çocuğu olan Gerrard ilk defa takımının başında Wembley’de bir final maçına çıkıyordu. Daha da ilginci, Cardiff kadrosunda Gerrard’ın yine Liverpool taraftarı olan fakat şehrin mavi takımı Everton altyapısında yetişmiş kuzeninin de yer alacak olmasıydı.
Ben ise 2000 yazında Monaco’daki Süper Kupa Finali’nden sonra bir tek İzmir’deki 2009 Basketbol Türkiye Kupası finalini yerinde seyredebilmiştim. Liverpool ile ise ilk final tecrübem olacaktı. (Biliyorum 2005 İstanbul finalini kaçırmış olmamın hiçbir açıklaması yok) Hava güzel, yemekler yenmiş, Wembley güzel, atmosfer müthiş derken 19. dakikada anlamsız bir golle yenik duruma düşmek her şeyi tersine çevirdi. Oyuna hâkimdik ama belirgin bir gerginlik vardı. Mücadelesiyle sınıf farkını kapatmayı başaran Cardiff karşısında her şeyi yapıyor golü bulamıyoruz derken, beklenen gol hiç beklenmedik birinden geldi: Skrtel. Hem de alışılanın aksine itiş kakışsız bir şekilde, ceza sahasındaki pozisyonda topu kontrol edip kalecinin altından ince bir vuruş ile. Bastırmaya devam ettik ama uzatmalara kaldı maç. Uzatmalarda da oyunu domine etmeye devam ediyorduk. 108. dakikada ise oyuna sonradan dahil olan Kuyt’ın müthiş golüyle 2-1 öne geçmiştik. Dakikaları sayıp kupayı alacağımızı düşünürken 117. dakikada Cardiff’iın kornerinde oluşan tehlikeyi Kuyt topu çizgiden kafasıyla kurtararak uzaklaştırdı. Müteakip korner ise oluşan karambolde gol ile sonuçlandığında maç penaltılara kalıyordu. Bu arada kader benimle dalga geçmeye devam ediyor ve Semih Kaya’nın kendi kalesine attığı gol ile Beşiktaş maçı da 2-2 oluyordu.
Derken kura, kale seçimi… Gerrard kaçırdı. Cardiff’in ilk penaltısını Bursaspor’dan tanıdığımız ve benim hiç beğenmediğim Kenny Miller atmıyor olsa o anda yerime oturup öyle donmuştum. Oysa şimdi, annemden öğrendiğim her türlü basiret bağlama taktiğini kullanma zamanıydı ve Miller’a kaleyi ıskalattım. Ellerimi çok sıkı bağlamışım sanırım ardından Charlie Adam’da kaleyi bulamadı derken ilk gol dördüncü penaltıda Cardiff’ten geldi. Biz sonraki üç penaltıyı atarken Cardiff bir tane daha kaçırdı ve son penaltı için topun başına Gerrard geçti. Fakat bu Cardiff’teki küçük kuzen Gerrard. O da aile büyüğüne ayak uydurup penaltıyı kaçırınca, kupayı kazandık. Bu arada İstanbul’dan gelen haberle de beş dakikada zehir olan günü yeniden güzel tamamlamayı başardık.
Tek maçlık kupa finalleri lig gibi değil. 30 küsur hafta puan hesaplamaya benzemiyor. Ne oluyorsa üç saatlik bir dilimde oluyor. Ruh değişimleri de o denli ani ve yüksek oluyor. Pazar günkü final ise maçın gelişimi olarak zaten daha da özel bir final olunca müthiş bir tecrübe oldu. Liverpool’un zaferiyle sonuçlanması da ayrı bir mutluluk. Liverpool, taraftarları tarafından South Anfield olarak bilinen Wembley’de yeniden zafer ile tanıştı. King Kenny önderliğinde yeniden doğuşun ilk somut adımı oldu. Bakalım arkasını getirebilecek miyiz? Getiremesek de hep dediğimiz gibi: “You’ll Never Walk Alone”