(...) "MADİBA, takım kaptanı Pienaar’a kupasını verirken, “Ülken için yaptıklarından ötürü sana teşekkür ederim,” dedi. Pienaar ise “Bu ülkeyi bir araya getirdiğiniz için esas ben size teşekkür ederim,” diyerek Başkan’a sarıldı." (...)
Öyle bir ülke düşünün ki tarihi nefret, kötülük, cinayet, ayrımcılıkla dolu olsun… Yine bu ülkenin temel yapısı gücü elinde tutanın, güçsüz gruba sürekli olarak baskı, şiddet ve ayrımcılık uygulaması üzerine kurulu olsun.
Sorumuz şu:
Tarihin acımasız yükünü taşıyan halkların, birbirinden ölesiye nefret ettiği bir ülke nasıl olur da ayakta kalır?
Güney Afrika Cumhuriyeti’nden bahsediyorum.
1990’larda dahi ırkçı kanunların uygulanabildiğini dünyaya gösteren bu ülke, modern dünyayı 19. yüzyılın köleci anlayışıyla algılamaya çalıştı. Bu yüzden birçok uluslararası anlaşmadan ihraç edildi!
Nelson Mandela, nam-ı diğer MADİBA, 10 Mayıs 1994’te ezici çoğunlukla iktidara geldiğinde bir enkaz devraldığının farkındaydı. Nüfusun yüzde 90’ını siyahların oluşturduğu ülkeyi, yüzyıllardır nüfusun yüzde dokuzunu oluşturan beyazlar yönetiyordu. 10 Mayıs 1994’te ülke tarihinin ilk demokratik seçimi sonunda zafer kazanan siyahlar intikam çığlıkları atarken, beyazlar kendilerini korumak için silahlanıyor, bazıları da ülkeyi terk ediyordu.
Cehennemi andıran bu kaos ortamında iktidara gelen MADIBA’nın kafasında tek bir düşünce vardı: “Gökkuşağı Milleti”ni yaratmak. 27 yıl boyunca, kendisini haksız yere beş metrekarelik bir hücrede hapseden beyazlara yönelik zerre nefret beslemeyen bu ince ruhlu adam, ülkesini seviyordu ve birliğe inanıyordu. Hatta o kadar ki danışmanlarının itirazına aldırmadan korumalarının bir kısmını apartheid döneminde polislik yapan beyazlardan seçmişti.
MADIBA, Fort Hare Üniversitesi’nde okuduğu yıllarda ‘rugby’ sporuna merak salmıştı. Güney Afrika’da ‘rugby’ beyazların, ‘futbol’ siyahların sporuydu. Güney Afrika Rugby Milli Takımı SPRINGBOKS (Zıplayan Antiloplar) adıyla anılıyordu ve siyahlar tarafından apartheid rejiminin temsilcisi olarak görülüyorlardı. Öyle ki maçlarda siyah taraftarlara belirli sayıda koltuk ayrılır, stadyuma gelen siyahlar rakip takım lehine tezahüratta bulunurlardı.
1995 yılında Dünya Rugby Şampiyonası, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yapılacaktı. MADİBA, bunu ülkesini birleştirmek için tarihi bir fırsat olarak görüyordu. İktidara geldiği ilk ay SPRINGBOKS’un Avustralya ile oynayacağı hazırlık maçına gitti. Stadyuma girer girmez nefret dolu bir uğultu ve çürük domateslerle karşılandı. 64.000 kişilik Ellis Park tribünlerinin yüzde 90’ını beyaz taraftarlar oluşturuyordu. Apartheid bayrakları (Hollanda bayrağına benzer) stadyumu turuncu-beyaz-kırmızı renklere bürümüştü. MADİBA, soğukkanlılığını korudu ve gülerek önce Kaptan François Pienaar’ın, daha sonra tek tek tüm oyuncuların elini sıkarak onlara şans diledi. Daha önce Federasyon Başkanı’ndan bile bu kadar ilgi görmeyen SPRINGBOKS oyuncuları şaşırmıştı.
Güney Afrika, hazırlık maçını kaybetti. Kimse kazanmasını da beklemiyordu zaten. Ekip, genç ve kendine güveni olmayan deneyimsiz oyunculardan oluşuyordu. Ekipteki tek siyahî oyuncu Chester Williams’tı.
MADİBA, maçtan birkaç gün sonra SPRINBOKS’un kaptanı François Pienaar’ı Başkanlık Sarayı’na davet etti. Onunla baş başa, bir saate yakın çay içti ve eline bir şiir tutuşturdu. Bu şiirin Robben Island’daki hapishane günlerinde kendisine güç verdiğini söyledi. Şimdi aynı şiir, SPRINGBOKS’u ayağa kaldıracaktı. Pienaar, yıllar sonra verdiği bir röportajda kendini umutsuz hissettiği zaman, hâlâ Başkan’ın kendi el yazısıyla yazdığı o şiiri okuduğunu ifade etti.
Bu esnada siyahların başında bulunduğu Spor Bakanlığı, oy birliğiyle SPRINGBOKS takımının adını ve yeşil - altın renklerden oluşan formasını değiştirme, ayrıca mevcut takımı lağvetme kararını aldı. Başkanlık Sarayı’nda bu gelişmeyi duyan MADİBA, toplantı halinde bulunduğu yabancı işadamlarından özür dileyerek salonu terk etti ve Spor Bakanlığı’na gitti. Henüz karar imzalanmamıştı. Salondakilerden özür dileyerek söz aldı ve alınan bu kararın ülkenin birliğine vurulmuş en büyük darbe olduğunu söyledi. Bakanlık, aynı gün kararı geri çekti.
MADİBA, Dünya Kupası yaklaşırken çok önemli bir adım attı ve Rugby Federasyonu’na SPRINGBOKS’un haftanın belli günlerinde varoşları ziyaret etmelerini ve oradaki çocuklara rugby öğretmelerini istediğini söyledi. Bu sayede bir taşla iki kuş vuruldu. SPRINGBOKS’ın oyuncuları ülkenin gerçek yüzüyle tanıştı. Halk ise rugby’yi ve Milli Takımları’nı tanıdı. Takım Kaptanı Pienaar da boş durmadı. Takımını MADİBA’nın tam 27 sene boyunca hapis yaptığı Robben Island’a götürdü ve Devlet Başkanları’nı gerçek anlamda tanımalarını sağladı. Billboardlara ve uçaklara takımın tek siyahî oyuncusu Chester Williams’ın resimleri asıldı.
MADİBA, bir rugby takımının etrafında hayalindeki Gökkuşağı Milleti’ni işliyordu. Senelerce birbirinden nefret eden bir toplum, bir rugby takımı sayesinde birbirlerini gerçek anlamda tanımaya başlamıştı.
Dünya Kupası geldi çattı. Film gibi ama gerçek! Kendilerine otoriteler tarafından hiç şans tanınmayan Güney Afrikalılar, Fransa, İngiltere ve Avustralya gibi güçlü rakiplerini tek tek eleyerek finalde Yeni Zelanda ile eşleştiler. Final maçının açılışı için altı numaralı SPRINGBOKS forması ve şapkasıyla sahaya giren MADİBA, çürük yumurta yediği ELLIS PARK Stadyumu’nda tam bir sene sonra bu sefer ayakta alkışlanıyordu. Tribünler gökkuşağı bayraklarıyla doluydu. Her oyuncuya adıyla hitap ederek tek tek tokalaştı ve şans diledi. SPRINGBOKS, rugby efsaneleri arasına giren maçı uzatmalarda 15-12 kazanarak dünya şampiyonu oldu.
MADİBA, takım kaptanı Pienaar’a kupasını verirken, “Ülken için yaptıklarından ötürü sana teşekkür ederim,” dedi. Pienaar ise “Bu ülkeyi bir araya getirdiğiniz için esas ben size teşekkür ederim,” diyerek Başkan’a sarıldı.
Nelson Mandela, sporun evrenselliğini kullanarak ülkesini (tarihte ilk defa) bir araya getiren iyi bir lider.
Örnek alınması gerekiyor…
İyi haftalar dilerim…