Yapılabilecek en büyük hırsızlık, uyku hırsızlığıdır. Değil mi ki bir insan uyuyor? Kutsaldır! Dokunmayacaksın, vebali ağırdır. Ah sen, ben, kendim; ‘acayip’ bir keyif kaplar; cumartesi akşamları: yarın pazar… Takvimin dinlenme günü. Emir büyük yerden “dinleneceksin!” Olmazsa olmaz cumartesi gecesi ‘sortisi’, akabinde sevgili yatağıma kavuşur saatime bakıp; sabaha daha ne kadar çoook zaman olduğuna bakarkene, yastıkta oluşturduğum çukura gömülürken uyuyakalırım… Benim için tam teşekküllü tembellik günü olsa da sebeb-i hayatım için “benim spor yaptırılma” günümdür. Bu görev her şart ve ahval altında icra edileceğinden uyandırılmam gerekir. Ancak uyku lanetliğim ‘yedi düvel’ tarafından bilindiğinden ve hatta uyandırılmam ‘zinhar’ yasak olduğundan bu ‘sakat’ görev köpeğimiz t-mon tarafından icra edilir. Yatak odamın kapısı sessizce açılır; zaten geceden beri büyük bir sabırsızlıkla içeriye girmeyi bekleyen t-mon zıpkın hızı ile yatağa atlayıp ‘sevgiyle’ yalap, şalap beni uyandırır. El kadar köpeciğe mı kızayım, onu içeri bırakanlara mı? Ne yapacaksın “La vi e dür…”
Sağlıklı yaşam için spor şart. En azından bana öyle söylüyorlar… Yapmazsam benim için hayırlı olmazmış. Spor dediğin yatakta yapılsa sorun yaratmayacak, hatta neredeyse gerçekten faydalı olduğuna inanacağım. Ancak faydalısı, açık hava bol güneş, bol oksijen de yapılan olduğundan araba ile bu ideal spor mekânına ulaşmak gerekiyor. Her daim sebeb-i hayatım her ne kadar Boğaz’da denize, gemilere ve martılara nazır yürüyüş yapmayı sevse de, şehir gürültüsünün tam orta yerinde oltalar ve egzozların ortası beni hiiiiç açmıyor. Tek seçenekli ama mutlaka demokratik bir oylama ile kendimizi sessizliğin içinde kuş seslerini duyduğunuz göl ve orman manzaralı ‘Kemer kantri’ parkurunda buluyoruz. Yol inişli çıkışlı, anlayacağınız tabiri ile ‘kardiyo’lu… Tabii ‘kardi’niz turu bitirmeye yeter mi bilinmez? Malumunuz kırkından sonra ‘ağır spor yapanı teneşirci paklar’ diye bilinen bir söz var… - Ya da buna benzer bir şeylerdi galiba – Kemer’de yürümenin, tembel sporcular için bir dezavantajı var; yolun yarısına gelip de vazgeçtiğinde ‘artık çok geç’ ileride gitsen, geri de gitsen aynı… Dolayısı ile bir kez başladın mı bir saatlik mecburi tempolu yürüyüş kaçınılmaz… Eh sonuçta benim için hayırlı olacak ya…
Nereeede o eski kallavi kahvaltılar; tavada bol tereyağlı sucuksuz ama kaşarlı göz göz yumurtalar, taze çıtır çıtır ekmekler, reçeller, ballar… Şimdilerde varsa tatsız tuzsuz pembe ‘layt’ ürünler… Plastik benzeri peynirler - kibrit kutuları bu kadar ufak mıydı yahu? - tahta tadında ekmekler ve tadına doyamadığım salatalıklar. Neyse yoksa sportif faaliyet öncesi o leziz ve de hafiiiif kahvaltımızı ettik, eşofmanlarımızı giydik, arabaya bindik… Sebebi- hayatım yanımda. Yalanım olmasın titiz değildir, ama tertip ve düzeni sever. İlk olarak; arabanın düzen, intizam ve temizlik kontrolünden geçiyorum, sessizce ve de çaktırmadan. Gözler yerleri tarıyor iç temizlik? (+2 puan) Tamam, dış temizlik? (+3puan) tamam, arka koltuk? Yazdan kalma tokya (-5 puan), kıştan kalma şapka (-2 puan), koyun koyuna vermişler öööle duruyorlar, kime ne zararı var? Bütünlemeye kaldık. “Akşama bunları eve götürelim” sözlü ihtarı ile teftişe devam, camların silecek dışında kalan yerlerindeki temizlik, Allahtan kırmızı ışık çocukları var, o konudan da geçtik. Tamam, her şey yolunda, şimdi yola çıkma zamanı…
Kemerler bağlanıyor. Malum hafta içi benim yolum çok uzun, tek dostum her daim açık olan radyom. Arabayı çalıştırır çalıştırmaz; dünyalar tatlısı eşim ilk iş olarak radyoyu kapatır ve hemen peşinden sorar “kapatabilir miyim?” “Tabii ki hayatım kapatabilirsin.” İkinci ve asıl görevi ise, benim tercih ettiğim klima sıcaklığının tam tersini tercih edecek bir sıcaklığa ayar yapmaktır. Ben üşüyor muyum? Ya cam açılır ya da klima soğuk havaya ayarlanır. Ben çok mu terliyorum? “Araba biraz soğuk galiba; biraz sıcağı açalım mı?” şüpheleniyorum, vücudumda, sıcaklığımı gösteren bir gösterge mi var ne? Nasıl oluyor da küçücük arabada, klima konusunda ve de her defasında tam ters isteklerde bulunabiliyoruz? Peki, sonuçta hangi sıcaklığa ayarlıyoruz? Ayıpsınız… Sorulacak soru mu bu?
Yoldayız, pazarın sakin trafiğinde mahmur mahmur ilerliyoruz. Aklımda o upuzuuuun yürüyüş yolu, ne etsek de kaytarsak… Birden sebeb-i hayatım bir elini benim göğsüme, (frende beni tutacak ki cama çarpmayayım), diğer elini torpidonun üzerine dayayıp, “Hııııaaaaa gördün mü?” diye yüksek perdeden bir nida atıyor. Ben, eyvah ne oldu diye düşünüyorum. Neyi görmem gerekiyor da görmedim? Dikiz aynasından bakıyorum ezdiğim biri mi var? Şükür yok; sağa sola bakıyorum, savurdugum bir araba mı var? Yok… Acaba çarptık da benim mi haberim yok? O da değil… O anda bir taraftan dikizden bana doğru hızla yaklaşan araçları kollayarak frene basarken, “Nerede? Neyi gördüm mü?” diyorum korku ve heyecanla. Sebeb-i hayatım, korkudan kocaman açılmış gözleri ile bana bakıyor ve taaaa uzaklarda bir yerlerde arıza yapmış ve flaşörlerini yakmış, kenara çekmiş bir kamyonu gösteriyor… Görmediğim şey ‘o’. Duyan da her akşam bir vukuat ile eve dönüyorum zannedecek; akşamları elimde tampon, boynumda direksiyon, gözümde turuncu sinyal lambası, saç-baş dağılmadan eve varmayı başarabiliyorsam, şuncağız mesafeyi de başarırım herhalde diye düşünüyorum… Endişem derin; ani duruştan kazaya sebebiyet vereceğim, sonra yürüyemeyeceğiz sporumuzu yapamayacağız filan…
Sonuçta bu pazarı da atlattık, sağ salim vardık, yürüdük. Hem de bütün parkuru, yürüyüşten sonra, son on yıldır kombine biletimiz varmışçasına gittiğimiz ve her defasında “mor den vel kam” şeklinde karşılandığımız ‘Kastor’ların evine ‘yemeğe’ gittik. Ne yaptık… Yok, o değil, yanlış tahmin… Olur mu hiç? O kadar spordan sonra dünyaaada olmaz…
‘Fin al patladeyar’ desem… Ama iyi ki yürümüşüz, hiç olmazsa kalori harcadık ve form tuttuk… Sağlığımız için bir şeyler yapmış olduk… Peki ya ‘dinleneceksin’? Yemekten sonra kanepede bir uyumuşum… Uyandığımda çay saati olmuştu bile…
Sevgiyle kalın.