İşim gereği düzenli olarak her sene Almanya’ya giderim. Bu neredeyse 20 yılı aşkın bir süredir böyle. Her gittiğimde içimi değişik duygular kaplar. Eskilere döner gibi olur, her köşeden bir SS subayının çıkacağının hayalini kurarım. Hele hele tren istasyonlarındaki anonslar, önceleri, beni benden alan tüyler ürpertici etkiler yapmıyor değildi. Ya da raylar. Gerçi teknoloji gelişmiş kentten kente uçarcasına giden trenler eskiyi silip atmıştı, ama Almanya bugünkü demiryolu altyapısını Nasyonal Sosyalist dönemde yaptığı yatırımlara borçluydu. Orduları cepheden cepheye taşımak veya Yahudileri gettolardan kamplara nakletmenin en ucuz ve emin yolu buydu.
Sonra alışmaya başladım. Belki de birçok Alman tanıdığımın olmasının ve kendileri ile bu travmatik dönemi konuşabilmemin etkisiydi, bilemiyorum… Onların, çok değil bir nesil önce yaşanmışlıklarla ilgili kurdukları acı – üzüntü belki de biraz pişmanlık dolu cümlelerini samimi kabul ettiğimi söylemeliyim. Zaten bunu böyle kabul etmeyip de ne yapacaktım!
Katrin Himmler’in ‘The Himmler Brothers’ adlı kitabını okuduktan sonra savaş sonrası Almanyalarında büyüyen neslin içinden geçmeye zorlandığı dönemi anlamaya başladım. Heinrich Himmler’in küçük yeğeni, Holokost kurtulanı İsrail’e göçmüş bir ailenin oğluyla evlenmişti. Şimdi de kendi oğluna, bir Alman olarak, daha doğru bir deyişle bir ‘Himmler’ olarak, bırakılan mirası – henüz sorulara muhatap olmadan – anlatmaya çalışıyordu. Satır aralarında verdiği mesajların kuvvetini, ailesine karşı geliştirdiği kızgınlığın dozunu anlatmak çok zor. Katrin Himmler, büyük amcası azılı bir Yahudi katili diye mi böyle isyan ediyor, yoksa ailesinin, Alman ulusuna böylesi büyük ihaneti yaşattığı, kaldırılası zor, böylesi kahredici bir mirası bıraktığı için mi?
Katrin’in babası, milyonlarca Yahudi çocuğu ölüme gönderilirken, belki de onların hemen evlerinin dibinde, temiz elbiseleri içinde oyunlar oynayan Nazi yöneticilerin ayrıcalıklı çocuklarında biri değil miydi? Ne paradoks, ne zor ve yönetilemez bir durum.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul’u ziyaret eden Weizmann Enstitüsü Başkanı Prof. Zejfmann, Hokokost kurtulanı bir aileden geldiğini ve gençlik yıllarında İsrail’e göç etmesinin, ailesinin tarihçesi ile çok ilgili olduğunu ifade etmişti… Konuşmalarından birinde, savaş sonrasında Federal Almanya Cumhuriyeti ile yeni kurulmuş ve esasını Şoa’dan kurtulanların oluşturduğu çiçeği burnunda İsrail Devleti arasındaki yakınlaşma sürecinin acılı, aksak ve nafile bir karakteri olduğundan söz etmişti. Bu süreçte bilimi takip edenlerin yakınlaşmaları önemli rol oynamıştı. Gerçekten de, bilim, sanat, spor ve ticaret gibi çalışmalar toplumları yakınlaştırıyor, korku temelli düşmanlıklara geçit vermiyor.
Benzer bir tespiti uzun senelerdir Alman firmaları ile iş yapan bir İsrailliden duymam şaşırtıcı değil. Bağdat’tan 1951 pogromu sonrasında göç etmiş bu dostumun yaşantısında Şoa’nın ve Nazizmin izleri yok ancak, İsrail’de büyümüş olması, bu acıların yansımalarına daha çocuk yaştayken tanık olmasına neden olmuştu. Almanlarla yaptığı sohbetlerde, Şoa’nın her iki tarafa reva gördüğü mirası tartışmaktan ziyade, “beraber neler geliştirebiliriz” konusunu gündemde tutmak, ilişkilerin zor da olsa, normalleşmesini sağlayan bir yaklaşım olmuştu, kendi tecrübesine göre.
Yahudi geleneğinde nefretin yeri yoktur. Yahudi’nin, tarihi boyunca kendisini adım adım takip eden düşmanlıklara karşı belki de geliştirdiği en sağlıklı tepki, kendisini nefretin girdabına kaptırmamak olmuştur.
Yahudi geleneğinde yaşananlar önemli yer tutar. Anılar, kıymetlidir, anlamlıdır. Şoa, yükleneni Alman, destekçisi çok uluslu suskunlar topluluğu, edilgeni ise Yahudi halkı olan bir nefret patlamasıydı. Yaşandı, arkasında kırık dökük hayatlar, büyük travmalar bırakarak gitti. Normal sosyolojik ve psikolojik koşullarda, bunun neden – sonuç ilişkileri üzerinde fikir beyan etmek, anlamak olası değil. Sosyal bir laboratuarda* o günün şartları yeniden oluşturulursa, belki.
“Bir daha asla”, “Affet ama unutma” gibi sözler siyasi anlam içermeyen, bir sonucu veya bir görevi ifade eden, emir kipinde çıkarımlardır. Nefret değil, bilgelik ile yoğrulmuşlardır… Bunları sloganlaştırarak sıradanlaşmalarını engellemek hepimizin görevi olmalıdır.
(*) 2008 yılı yapımı The Wave – Dalga filmini izlemenizi öneririm.