Cumartesi akşamı Fenerbahçe-Galatasaray maçını bir başıma seyrettim. Daha oyunun başlamasıyla birlikte müthiş bir baskı kurdu Fener. Bu baskı iki harika golle süslenince de erkenden bayram havasına giriverdim. Yeni bir tarih mi yazılıyordu acaba? Oysa maçın bitmesine daha yetmiş dakika vardı ve son saniyede kale direği yardım etmese tarih yazan taraf Galatasaray olacaktı!
Cumartesi akşamı Fenerbahçe-Galatasaray maçını bir başıma seyrettim. Daha oyunun başlamasıyla birlikte müthiş bir baskı kurdu Fener. Bu baskı iki harika golle süslenince de erkenden bayram havasına giriverdim. Yeni bir tarih mi yazılıyordu acaba? Oysa maçın bitmesine daha yetmiş dakika vardı ve son saniyede kale direği yardım etmese tarih yazan taraf Galatasaray olacaktı! Hakemin son düdüğüyle birlikte “çok şükür!” deyip beraberliğe sevineceğimi maçın ilk dakikalarında düşünemezdim.
Sonucu ne olursa olsun zevkli bir maç izlemiştim. Ama içimde tarifi güç bir doyumsuzluk duygusu vardı. Bu duygunun sonuçla ilgisi yoktu. Maç boyunca heyecanımı, tepkilerimi, duygularımı kimseyle paylaşamamıştım, ekranın karşısında hop oturup hop kalkarken tek başınaydım. İşte o zaman O’nu andım. Fenerbahçe-Galatasaray derbilerini genellikle birlikte seyrederdik. O Galatasaray’ı tutardı. Ben de küçücük yaşımda ona inat Fenerli olmuştum zaten. Maç seyrederken birbirimize sataşmaktan zevk alır, ama hangi takım aleyhine olursa olsun hakem hatalarına birlikte isyan ederdik.
Onu öz babammış gibi severdim. Bir oğul babasına nasıl hayran olursa öylesine hayrandım ona. Bir oğul babasına nasıl kızarsa, öyle de kızardım. Hatta kimi an nefret etmecesine! Ama insan babasından nefret edebilir mi hiç? Çabucak geçerdi…
Kuralcıydı. Kimi kurallar kendi öz yaşam alanını sınırlasa da onlara tüm toplumun uyduğunu bilmek, bir nebze olsa rahatlatırdı onu. Evinde de, işinde olduğu kadar katı bir disiplin içinde uyguladığı belirli prensipleri, yani kuralları vardı. Yemek saatleri kesindi. Zamanında sofraya oturmayan aile ferdi aç kalırdı! Yemek esnasında televizyon ya da radyo açılmaz, eller iyice yıkanmadan sofraya oturulamazdı. Çıkışlar, girişler, yat-kalk saatleri, pazar tatili gezintileri, temizlik günleri, her şey belirlenmiş bir plan ve program çerçevesinde uygulanırdı.
Kural ihlallerine çıldırırdı. Hele ki bile bile göz yumulanlara… Hak, hukuk, adalet onun için her şeyin üzerindeydi. Bayılırdı hukuk kitaplarını okumaya. Yeni çıkan kanun ve kararnameleri derhal edinir, okuyup inceledikten sonra çeşitli yorumlarda bulunurdu. Hukuk onun hobisiydi adeta! Nitekim mahkeme film ve dizilerini hiç kaçırmazdı. Avukat Petroçelli onun vazgeçilmez kahramanıydı. 1960 darbesi sonrası radyoda yayınlanan Yassıada Duruşmaları’nın tamamını Grundig markalı teybinin kalın makaralarına kaydetmişti. Ne yazık ki bu bantlar, kayınvalide tarafından yemek yemesi için oyuncak niyetine iki yaşındaki oğlunun eline verilince bertaraf oldular. Bantları katleden oğul ise şimdilerde dünya çapında tanınan ünlü bir ekonomi Oğlu akademisyen olmuştu ama çok arzuladığı halde kendisi yeterince okuyamamıştı. Ekonomik koşullar ve II. Dünya Savaşı ortamı okumasını engellemişti. Otodidakttı. Beş lisanı su gibi konuşurdu. Türkçenin dışında Fransızca ile İspanyolcayı aileden, İtalyancayı ortaokuldan, İngilizceyi ise kendi kendine kitap ve dergi okuyarak, radyodan BBC programlarını dinleyerek öğrenmişti. Ona göre dünyayı anlamak için İngilizce bilmek şarttı. İngilizce bilmeyen başarılı olamazdı. Ama gelecekte Çince bilenler kazanacaktı.
Bir modern zaman filozofuydu adeta. Fazla konuşmaz, bol kitap okurdu. O yüzden ağzından çıkan her söz değerliydi benim için. Demokrasiye inanıyordu ama kafasındaki demokrasi kavramının belli sınırları vardı. İsviçre’de halkın katılımıyla uygulanan ‘doğrudan demokrasi’ modeli onun için ideale yakındı ama nüfusu kalabalık ve henüz gelişmekte olan toplumlarda hayata geçirilmesi mümkün değildi. O halde, akıllı ve güçlü liderlere ihtiyaç vardı, yeter ki hukuk iyi çalışsın. Jean-Jacques Rousseau’dan alıntılar yapardı kimi zaman: “Halk tarafından onaylanmayan hiçbir yasa geçerli olmamalı. Bu hukuk değildir. Yasama gücü halka aittir, yönetene değil.”
“Bu kış Türkiye’ye Komünizm gelecek” sözüne güler geçerdi. “Şayet başımıza bir bela gelecekse varsın bu Komünizm olsun, yeter ki Faşizm gelmesin!” derdi. Ona göre komünizm insan tabiatına aykırıydı. Er ya da geç bu sistem çökecekti, sürdürülmesi imkânsızdı. Ama faşizm öyle değildi. Hemen herkesin içinde uyuyan milliyetçi bir aslan vardı. Kendisi de milliyetçiydi, aidiyet duygusu onu mutlu kılıyordu. Ona göre fertlerin, halkın milliyetçiliği zararsızdı. Tam aksine toplumun gelişmesi, ilerlemesi için milliyetçi duyguların yaşatılması şarttı. Ancak yönetenlerin, bu duyguları ateşleyerek kendi çıkarlarına kullanmaları felaketleri beraberinde getiriyordu. Tarih bunun korkunç örnekleriyle doluydu. Devletin milliyetçiliğinden korkuyordu.
Öldüğünde Sovyet Blok’u henüz bütünüyle çökmemiş, Amerika Ortadoğu’ya müdahale etmemiş, Çin dünya ekonomisinin üzerine bir buldozer gibi çökmemişti. Türkiye ise hâlâ 12 Eylül’ün etkisindeydi. Darbe olduğu gün bu yeni rejime en fazla on yıl ömür biçmişti. Sonrasını bir türlü öngöremiyordu. Pek iyi olmayacak, ortalık yine karışabilir diyordu. Bu öngörülerinin tamamının gerçekleştiğini göremeden gitti.
Bugün içinde bulunduğumuz hukuk düzenine bakacak olursak, korkarım bilerek gitti!