Geçtiğimiz Pazartesi akşamı hayatımda ilk defa Survivor adlı yarışma programını izledim. Bugüne kadar hiç seyretmemiş olmamın sebebi ise dürüstçe ilgimi çekmemiş olmasıydı; bir adada başta beni en çok korkutan unsur açlık, sonra yine beni korkutan bin bir çeşit haşereler, ıslanmak, üşümek ve sonunda hastalanmak. Tansiyon düşmesi, tansiyon çıkması, şeker düşmesi… İçimi sıkar bunlar, ilgimi çekmedi bir türlü. Hatta bu programa o derece kayıtsız kalmışım ki yıllar önce – çok kısa bir süreliğine spor salonuna gitmeye özendiğimde – spor salonundaki antrenörüm İhsan’ın bir iki yıl önce yarışmaya katıldığından haberim bile olmadı.
Aslında Survivor adlı ‘reality show’ ile tanışmam 2000 yılında Amerika günlerine dayanıyor. Bir gece arkadaşlarımla gittiğim bir lokantada sessizlik içinde yemek yendiğini görünce biraz yadırgamıştım. Dev ekrana kilitlenip gözlerini oynatmadan yemek yiyen müşterilere baktığım zaman olay anlaşıldı; Survivor’ın ilk sezon finaliydi. “Amerikalılar yine abartıyor” diye düşünmüştüm içimden, yıllar sonra Türkiye’deki Survivor izleyicilerin de ekran başına kilitleneceğini bilmeden.
***
Geçtiğimiz günlerde bronşit geçirip, günlerce evde kalınca sıkıntıdan normalde yapmadığım birçok şey yaptım; hayatımda okumadığım gazetelerin yazarlarını okudum, hayatımda uyumadığım garip saatlerde uyudum ve hayatımda seyretmediğim televizyon programlarına bir göz attım. Survivor’ı ilk defa seyretmemin sebeplerinden bir diğeri de, yarışmacılardan Hayim’in arkadaşlarımın kuzeni olduğunu öğrenmemdi. İnsan ister istemez sempati duyuyor.
Pazartesi gecesi seyrettiğim ilk programdan edindiğim izlenim ise bunlar; gönüllüler ve ünlüler diye ayrılan iki ayrı yarışmacı grubu ayrı adalarında ‘birlik içinde’ yaşıyorlar ve yarışmalarda karşı takımla yarışıyorlar. Üniversite yıllarında sosyolojiyle ilgilenmiş biri olarak, ben bu grupların ünlü veya gönüllü kimlikleriyle birbirine kenetlenme ve arkadaşlık hikâyelerini pek inandırıcı bulmadım. Kişiler teker teker elenmeye, birbirini elemeye, yorulmaya, sıkılmaya, aç kalmaya başlayınca, kendilerine biçilen bir rol olan ‘grup benliklerini’ ne kadar koruyabilecekleri şüpheli.
***
Survivor’ın o günkü bölümünde, dokunulmazlık sembolü yarışması vardı. Hatırladığım kadarıyla bu sembolden üç tane kazanan, üç hafta dokunulmaz olacak. İnsanlara güç verildiğinde egolarına ne olacağını tahmin etmekse çok zor değil. Uzun yıllar önce gördüğüm Das Experiment adlı Alman filmi, sosyal bir deneyde insanların eline güç verildiğinde benliklerini ne kadar kaybedebileceklerinin en iyi örneklerinden biridir. Tabii ki Survivor’ı bu filmle kıyaslamıyorum. İşin sonunda reality programları seyirciyi eğlendirmek için var.
Şovla ilgili en çok ilgimi çeken kısımlardan biri de, bir sms şirketinin kazanan yarışmacıya ödül olarak haftanın bir günü ailesiyle iletişime geçmesini sağlayacak teknolojik aletleri barındıran teknoloji teknesi idi. Issız ada konseptine pek uydurmasam da, kazanan için müthiş bir ödül…
***
Dürüst olmak gerekirse, şov beni yine düzenli takip edecek kadar sarmadı ama bu ‘omuzdaşlık’ ve ‘canciğerlik’ durumlarının ne kadar kısa sürede bozulacağını görmek için ara sıra bir göz atacağım…