Önceki hafta oynanan Galatasaray-Fenerbahçe derbisini bir Fenerbahçeli olarak Galatasaray’ın Arena’sında izleseydim neler hissederdim acaba? Radikal Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can, maç sonrasındaki bir yazısında bu deneyimini okurlarıyla paylaştı.
Aslında benzer deneyimi uzun yıllar önce başka bir derbide ben de yaşamıştım. Şimdiki İnönü Stadı’nın adı bir zamanlar Mithatpaşa iken, Trabzonspor’un adı sanı da henüz bilinmiyor iken, üç büyüklerin tüm maçları bu stadyumda oynanırdı. Taraftarlar da önceden belirlenmiş sınırlar içinde kalmak kaydıyla tribünlerdeki yerlerini alırlardı. Örneğin Galatasaray – Fenerbahçe maçında, stadın bir yarısını Galatasaray, diğer yarısınıysa Fenerbahçe taraftarları doldururdu. Maç günü, daha sabahın erken saatlerinden itibaren stadın çevresinde taraftarlar bekleşmeye başlar, gişelerin önünde oldukça düzensiz kuyruklar oluşurdu. Bu kuyruklar kavga ve kargaşa çıkarmak isteyenler için emsalsiz ortamlardı. Nitekim içeri girmek için bekleşenler arasında sık sık kavga çıkar, coplarının sağlamlığını sınamak isteyen toplum polisleri için bolca fırsat yaratılmış olurdu.
Stadyuma bizim gibi geç gelenlerin taktiği polisin müdahale ettiği bu tür kavgaları kollamaktı. Coplanma pahasına kargaşanın ortasına dalar, kaçışan kalabalığın arasında her nasılsa kendimizi gişelerin önünde bir yerlerde bulurduk.
İşte yine böyle bir Beşiktaş – Fenerbahçe maçının öncesinde, üç Fenerli kafadar, aynı taktikle o zamanki Mithatpaşa Stadyumu’nun Gazhane tarafındaki açık tribünlerine kapağı atmaya muvaffak olmuştuk. Maç henüz yeni başlamıştı. İçeri girmesine girmiştik ama çok büyük bir sorunumuz vardı. En fanatik Beşiktaş taraftarlarının göbeğindeydik ve izdihamdan dolayı hiçbir yana hareket etmemize olanak yoktu! Çaresiz sıkış-mıkış siyah-beyazlı amigoların arasında ayaktaki yerlerimizi aldık. Bundan sonrası için Allah’a emanettik!
Bulunduğumuz konumda golsüz bir beraberlik bizim için en zararsız sonuç olurdu, oysa inadına maç bol gollü geçiyordu. Beşiktaş’ın ilk golünde çevremizdekiler deliler gibi zıplaşıp sevinirken biz de acımız yüreklerimizde kalabalıkla birlikte bazı zorunlu kültür-fizik hareketlerini yaptık. Oysa surat ifadelerimizin bizi ele vermesi an meselesiydi. Yoğun tezahürat bir süre öylece devam etti, ta ki Fener’in golü gelene dek. Herkesle birlikte biz de suspus olduk, sevincimizi de az önceki acımız gibi yüreklerimizin derinliklerine gömerek…
Fener’in ikinci golündeyse deşifre olmamıza ramak kalmıştı. Çevremizde hüküm süren ağır sessizliğin aksine içimizde sevinç fırtınaları esiyordu. İçimden öyle bir “gooooooool” diye bağırmıştım ki dışa vurmamış olması mucizeydi. Üç kafadar mutluluğumuzu açık etme korkusundan birbirimizin yüzlerine bakamaz olmuştuk. Müthiş maç Fener’in 3-2 galibiyetiyle sonuçlanmış ancak biz coşkumuzu gizleme durumuna daha fazla dayanamamış, maçın sonunu beklemeden kendimizi stadyumun dışına dar atmıştık!
Eyüp Can, azınlık olmanın ne menem bir şey olduğunu bir Fenerbahçeli olarak Arena’da sevincini içine bastırmak zorunda kaldığında anlamış.
Türk Milli Takımı’nın İsrail veya Ermenistan ile yapacağı bir müsabakada, Türk vatandaşı bir Yahudi ya da Ermeni’nin Türkiye’ye karşı İsrail’i veya Ermenistan’ı tutacağını sanmıyorum. Hoş, tutsa da bunu açıkça gösterebilir mi? O apayrı bir konu... Kendi hesabıma söyleyeyim, ilgi duyduğum ister futbol ister basket müsabakaları olsun, takımım Fenerbahçe bir yana, içgüdüsel olarak hep Türk takımlarını tutmuş, desteklemişimdir. Zaten asıl mesele de burada başlıyor.
Yahudi bir Türk yurttaşının İsrail ile gönül bağının olması, Ermeni bir Türk yurttaşınınsa Ermenistan’a sempati duyması doğaldır. Ancak bu duygular, iki ülke takımları arasındaki maçlarda, güzel bir maç olsun dileklerinin ötesine geçmez zira devreye aidiyet güdüsü girer: ‘Bizim mahalle kazanmalı!’ Gelin görün ki, azınlık mensubu bir Türk vatandaşı olarak bunu yazmam ve hatta kimi zaman bir şekilde kanıtlamam gerekiyor. “Sizinkiler dünkü maçta ne biçim oynadılar?” diye laf atıldığında, “Bizimkiler sizinkiler değil miydi?” diye yanıtlamam işleri daha da karıştırıyor.
İki başyazarımızdan biri olan Yakup Barokas, geçen haftaki yazısında kendimizi Yahudi dinine mensup Türk vatandaşları olarak tanımladığımızı belirtti. Hemen ardından da Türkiye’de yirmi bin, İsrail’de yüz bin Türk asıllı Yahudi’nin yaşadığını yazdı. Benim kafam da tam burada daha fazla karıştı. Ben şimdi Yahudi dinine mensup bir Türk vatandaşı mıyım, yoksa Türk asıllı bir Yahudi mi? Peki ya agnostik isem ne olacak?
Bazen azınlık olmak canımı sıkmıyor değil. Evet, kişi kimi zaman heyecan arıyor, vücutta adrenalin salgılanması hızlandıkça haz da artıyor. Bu bakımdan tıka basa dolu bir stadyumda doksan dakika boyunca azınlık olmayı hissetmek belki heyecan verici olabiliyor ama gelin de bunu bir ömür boyuna yayın bakalım!