Haliyle daha gençtik 1988’de. Ne kolesterol, ne gut, ne de ‘ebedi diyet’ gibi bir derdimiz yoktu. Ve yine haliyle ‘o’ cumartesi gecesi klan üyelerimizle birlikte (hatırlayanlar bilecektir) şehir dışında, ‘Ömür’ Lokantasında ‘fin al patladeyar’ yemek yeteneğimizi sergilediğimiz normal gecelerden biriydi. Yemek sonrası arkadaşımızın evine ‘tatlıları’ tüketmek üzere uğradık. Eşlerin en iyisi 9 ay 9 günlük hamileliğinin etkisi ile ‘ihtiyaç molasına’ gitmişti. Tarih 5 Haziran’ı göstermekteydi. Ben kendimden beklenir bir şekilde salonda tavuklu kazandibimi kaşıklamaktaydım. Ne ara ve nasıl olduğunu kavrayamadığım bir şekilde evde bir telaş dalgalandı ve arka odalardan “geldiii” sesini duyduk. “İmdat! Çocuk mu geldi?” diye içimden geçirirken kazandibini yemeğe devam etmekteydim. Doğum böyle mi başlamaktaydı acaba? Şimdilerde olsam bileceğim, hatta kitabını bile yazacağım ama daha sıfır kilometre bile olamamış baba adayıyım, ne biliiim bu işler nasıl oluyor. Bizden birkaç ay daha tecrübeli klan üyelerinin tazecik anneleri ‘başladı’ diye fetva verdiler. Eh artık onlar bilmeyecek de biz mi bileceğiz, ‘doğum başlamış’.
Sebeb-i hayatım koca göbeği ile paytak-paytak salona geldiğinde kazandibinin dibini kaşıklamaktaydım. Eşlerin en iyisi bana dönüp, “Sular geldi” dediğinde, “Kim su söyledi bu saatte?” dediğimi ve doğacak çocuğumun mükemmel annesinin “Saçmalamanın sırası değil” dediğini net bir şekilde hatırlıyorum. Ben nasıl bu kadar duygusuz ve ruhsuz, düşüncesiz olabiliyordum? Kendimi toparlayıp yardımcı başrolde oynadığımı hatırladığımda, aile reisi olarak duruma el koydum. Önce karımı sakinleştirecek birkaç cümleyi kafamda toparlamalıydım, toparladım da: “Merak etme sebeb-i hayatım, sanırım her şey yolunda…” Sular gelince çocuk susuz kalır mı, susuz kalınca acaba bir şey mi olur? Hay Allah geç kalmadan hastaneye yetiştirebilsek bari… Durum acildi ve ben tüm klan üyelerini karşıma aldım. ‘Mişın İmpasıbıl’ usulü önceden de prova edilmiş ve hatta denemeleri yapılmış bilindik senaryoya uygun görev dağıtımına başladım. Abim bizim eve gidecek, yengesinin ‘doğum’ valizini alacaktı. Ancak yeni alınmış olan ‘emzirme geceliği’ ilk kullanım öncesi yıkandığından ütüsüz (kel horör) bir şekilde banyoda asılı durmaktaydı… Bu çok önemli nadide parçayı mutlaka valize atması önemle hatırlatıldı. Ulaştırma sorumlusu ‘Blumbergler’ en kısa yoldan hızlı, ama kazasız belasız bir şekilde bizleri hastaneye yetiştirecek, sağlık komisyonundan, ‘Şputnik’ de doktorumuzu arayıp hastaneye gelmesini sağlayacaktı. Vakit gece yarısını çoktan geçtiğinden ‘aileye haber verilmeli miydi acaba?’ Evlatların en iyisi, biricik eşim, duruma hâkim olarak “Hilton… Balo Salonu… Bar- Mitzva…” diye ailesinin koordinatlarını bizlere iletti. Klan üyelerimizden dışişleri sorumlusu ‘Spilbergler’ ile maliye bakanımız ‘Aysberglere’ de bu zorlu görev verildi. ‘Kayyın’ aileme haber verilmesi. Benim taraf ebeveynler çoktaan uyumuş olduklarından, ‘doğum’ zamanının öğrenilmesi ve sonra bildirilmesine karar verildi. Acil durum planı tıkır tıkır işliyordu…
Hilton Balo Salonu, Ben-Atarların pek mütevazi Bar-Mitzva töreni vesilesi ile hınca hınç doluydu. Bizim ekip “kon blucin i kon salaş tişort” balo salonunun abartısız şıklığı içinde “pek bir sakil” bir görüntü sergileyerek görev icabı ilerlemekteydiler. Ekibim salona dağılarak hem pistte hem masalarda kayınvalide ve pederi aramaya başladıklarında onlar bizimkileri çoktaaan görmüş ve yanlarına ‘ışınlanmışlardı’ bile. Hep birlikte arabalara doğru ilerlerken kayınvalidem gerçekte bir problem olup olmadığını anlamak için ‘bezdirme’ metodunu seçmişti: “Bir şey mi oldu? Bak bir şey var da söylemiyorsan… Doğru söyle her şey yolunda mı?” Kayınpeder de gruptan ayırdığı ‘bir’ kurbanını az uzakta “Bana söyleyebilirsin ne oldu, kötü bir şey var… Nedir?” şeklinde sorgusunu gizli teşkilat yöntemi ile sürdürmekteydi… Hafif tertip telaşlanmakta aslında pek de haksız sayılmazlardı; pistteki tüm misafirler gibi Bar- Mitzva çocuğunun eriştiği bu mutlu günün etkisi ile kendilerinden geçmiş, coşku ile dans ederken kızınızın arkadaşları ‘kon cinez i kon ti-şörtez’ karşında görürsen, hem de doğuma iki kala…
Hastaneye vardığımızda bize gerekli olan ‘doktor’ hariç tüm aile ve klan üyeleri tam takım ‘presente’ durumda bizleri beklemekteydiler… Halbuki senaryoya göre, hastaneye ilk bizim varmamız gerekmekteydi. Anlaşılan ulaştırma sorumlusu ‘Blum ve Ştayn – Berglerin’ görevini yerine getiremediler, bu kadar geç kalınmaz ki… Doktor geldiğinde, annelerin en mükemmelinin yanında diz çökmüş “nefes al, nefes al” diyordum… Ne biliyim? Filmlerde hep böyle olur; baba adayı eşinin elini tutarak “nefes al, nefes al” der ve çocuk doğar. Bu kadar basit. Bizde bir tuhaflık mı var? Bu görüntümüz karşısında hafifçe gülümsemeden edemeyen doktorumuz kısa bir muayeneden sonra annelerin en iyisine doğumun normal olmayacağını bildirdikten ve “En son ne zaman yemek yediniz? Çok mu yediniz? Peki, neler yediniz?” sorularına aldığı cevaplar karşısında “ohaaaa” diyemediğinden kibarca; “Bu kadar yemeğin üzerine sizi sezaryene alamam, ya midenizi boşaltmak gerekecek ki bu pek hoş olmayacak ya da biz iyisi mi sabahı bekleyelim…” dediğinde, klan üyeleri ve ebeveynler korosu olarak hepimiz tıp fakültesi son sınıf terk olduğumuzdan yarı doktor sayılırdık; “Ama doktor bey suları geldi, bunun bir etkisi olmaz mı, çocuk oksijensiz kalmaz mı” gibi oldukça bilimsel sorular ile karşılık vermek istediğimizde, doktorumuzdan duyduğumuz en son şey; “Artık bir şey yemeyin, içmeyin sabaha görüşürüz” oldu…
Bilmem kaçıncı milyar kez gerçekleşen tabiat mucizesi, 3 kilo 750 gram olarak bir kez daha gerçekleştiğinde saatler sabah 10.40’ı göstermekteydi… Dışarıya çıkan hemşireye “Ne oldu?” diye sorduğumda kayınvalidem “Kızım iyi mi? ” diye sormuştu. Şimdi, çocuklarım büyüdükçe, onu daha iyi anlıyorum…
Daha yazarım ama bu defa Genel Yayın Yönetmenimden kısa bir ikaz geldi: “Vladi kısa yaz.” İşte anca bu kadar kısa oluyor… Devamı 48 bölüm halinde yayınlanmaya devam edecek, sabırlar dilerim efendim…
Sevgiyle kalın.