Okul denen hayvanat bahçesi

Estreya Seval VALİ Köşe Yazısı
4 Haziran 2012 Pazartesi

Y

azımın başlığı sizi şaşırtmasın sevgili okurlar. Hayvanat bahçeleri muhteşem yerlerdir. Çocuklar en çok oralara gitmek ister, büyükler de hayır demez genelde. Bütün mesele, hayvanlara uygun koşulların sağlanması ve yaratılmış olan tüm varlıkların hak ettiği ilgi, özen ve saygının onlara gösterilmesidir.

Biz küçükken İstanbul’daki tek hayvanat bahçesi Gülhane Parkı’ndaydı. Sefil bir yerdi ama daha iyisini görmediğimizden bize yetiyordu. Bir de Emirgân’da o zamanlar Koç Ailesi’ne ait olan At’lı Köşk’ün bahçesinde bir geyik vardı. İnsan denen birtakım zavallılar, talihsiz geyiğe sigara içirirdi.

Yine biz küçükken, okulda çok çalışkanlara inek derdik. Hâlâ öyle deniyor mu, bilmiyorum açıkçası... Bu öğrenci türü gece gündüz durmadan ezberler, derse kalktığında heyecandan tir tir titrer, kazara on yerine sekiz aldığında gözyaşlarına boğulurdu. Oysa düşündüğünüzde, okulda büyük başarı gösterenlerin hayat oyununu çok da iyi oynayamadıklarını fark edersiniz.

Diğer uçta tembel tenekeler vardı. Ben onları erkek aslan’a benzetirdim. Öğrenim hayatı boyunca keyfine bakan ve bir tek, sınav ertelensin diye kıpırdayan türler. 

‘İnekler’den insana zarar gelmezdi. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi, bazılarının etinden sütünden faydalanmak mümkündü. Yine de çoğu, bildiklerini paylaşmayı pek sevmezdi. ‘Aslanlar’ tehlikeliydi ama. Çete gibiydiler. Ev ödevi filân yapmadıklarından hazıra konarlar, çalışkan belledikleri öğrencileri gözlerine kestirirlerdi. Hazırlop ödevi verdiniz mi, sorun yoktu ama emeklerini kıskançça saklayanlar için gerçek belâya dönüşürlerdi. Bir keresinde yaşça hepimizden küçük bir kızla günlerce konuşmamışlar, acı sözlerle taciz etmişler ve direnci kırılan kızcağızı hüngür hüngür ağlatmışlardı.

Sanki rahibe mektebinden değil de suç işleme oranının yüksek olduğu bir mahalle okulundan söz ediyorum, değil mi? Ama öyleydi. Sen hangi uçtaydın diye soracak olursanız, ben ortadaydım sevgili okurlar. İşimin zor olacağını daha ilk günden anladığım için okuldaki yedi yılımı nasıl geçireceğimi daha on bir yaşındayken planlamıştım. Yedi yıl, çünkü iki yerine, bir hazırlık sınıfı okudum. Yeterince çalışacak, kimseye bulaşmayacak, asla öfkeye kapılmayacak (ki, hırçın bir çocuktum), tabiri caizse “ayı’ya dayı diyecek” ve mümkünse bütünlemeye bile kalmadan bitirecektim liseyi.

Herkesi hayvanlar âleminin bir ferdine benzettiğime göre, kendime haksızlık etmeyeyim. Ben eşek’tim, hâlâ da öyleyim. Hani bir lâf vardır ya, “ben eşeğim diye ortaya çıkarsan, semer takanın çok olur” diye... o türden bir yaratık. Yoksa ailemin fedakârlık ederek beni parayla okuttuğu okula sabahın yedisinde gidip altıncı sınıfların okuduğu müstakil binaya kovayla kömür taşımamı, bütün sıraların ve öğretmen kürsüsünün tozunu almamı nasıl açıklayabilirim? Doğrusunu isterseniz basit bir açıklaması var: Marie-Bernadette namlı rahibenin şerrinden ancak o şekilde kurtulmak mümkündü.  

Neyse. Bir önceki yazımın sonunda size korkunç bir olay anlatacağımı belirtmiştim. Fazla yer kaybetmeden asıl konuya gireyim.

Fransız kız okullarında okuyanların görevlerinden biri, Fransız Fakirhanesi’nde (Les Petites Sœrs de Pauvres) kalan yaşlı ve hastalarla ilgilenmekti. Onlar için gösteriler düzenlenir, yün bereler örülürdü, filan. Bunda hiçbir kötülük yok. Aksine, büyük sevap.

Ama kuş beyinli bir rahibe, aklınca eğitmek amacıyla öğrencilerine olmayacak bir kötülük etti. Olay benim değil, kız kardeşimin başından geçti. Daha on beş yaşında bile değillerdi. Danslar edecek, şarkılar söyleyecekler, şiirler okuyacaklardı. Fakirhane’ye varınca bir pansiyonerin ölmek üzere olduğunu öğrenmişler ve bizim rahibe, çocuklara hayat dersi olsun diye bütün öğrencilerini sıra ile, ölümün beklediği odaya sokmuş. Canınızı sıkmak istemem ama adamcağızın ayakları ve çenesi bile bağlanmış, son birkaç nefesini alıp veriyormuş.

Biz ki çocuklarımıza ağır hasta olan ninelerini ve dedelerini göstermez, onları en iyi hallerinde hatırlamalarını isteriz... On sekiz yaşına gelmiş evlâtlarımızı bile kolay kolay cenazeye, mezarlığa, matem evine götürmeyiz... Sen tut, el bebek gül bebek yetiştiren kuzu’cukları... Düşündükçe sinirleniyorum. Kutsal Olan neyse ki onların ruh sağlığını korudu (en azından öyle sanıyorum). Açık söylüyorum, benim gibi manyak bir belleği ve hayal gücü olan biri, bu olayın etkisinden kolay kurtulamazdı. Düşünün ki, böyle bir sahneye tanık olan yetişkinler bile, gözlerini kapadığında tanık oldukları her dakikayı yeniden yaşar.

Okulumun ipliğini pazara çıkardığımı düşünenler olabilir ama öyle değil, sevgili okurlar. Noktasına, virgülüne varıncaya kadar papağan gibi ezberlemek zorunda olduğumuz için değerli birçok bilgiyi öğrenmeye fırsat bulamadığımızı, yaz güneşinde saçlarının rengi açılan öğrencilerin maruz kaldığı suçlamaları, şart koşulandan bir ton açık renkte olduğu için kış boyunca el konulan paltoları, gazetede resmi ya da ismi çıktığı için anında okuldan kovulan talihsiz genç kızları kimse unutmuş olamaz. Zaten bu sistemi eleştiren bir yazım, 140. kuruluş yılı için okul tarafından çıkarılan kitapta yayımlanmıştı.

Aslında sorun, o devre göre imkânları oldukça geniş olan okuldan değil, Jurassic Park kaçkını birtakım dinozor’dan kaynaklanıyordu. Ancak her şeye rağmen bazı rahibeleri tenzih etmem gerekiyor; özellikle çoğumuzun Fifika dediği Sœur Fidélia’yı.

Yaz geliyor, okullar yakında kapanacak diye mi geldi aklıma, bilmiyorum... Belki de bu tür olaylar fil hafızamdan bir türlü çıkmadığı içindir.

Genç okurlarım, okul sizi kullanmasın, siz okulu kullanın lütfen. Seçimleriniz size hep mutluluk versin.