ALP ALKAŞ
2008 yılında başlayan rüya yolculuk geçtiğimiz hafta sonu kendisine yakışır bir şekilde sonuçlandı. Mayıs 2008’de Rıjkaard’dan boşalan koltuğa Pep Guardiola’nın oturmasıyla başlayan dört yıllık bu macera kazanılan on dördüncü kupa ile son buldu. Çoğu futbol romantiği kendisini duygusal yaklaşımlarla Barcelona’yı başarıdan başarıyla koşturan hoca olarak hatırlayacakken, bir kısmımız onu futbolu ileriye götüren Arrigo Sacchi ve Cruyff gibi efsanelerin arasına koydu bile.
Guardiola’yı eleştirenler de olacaktır. Türkiye’de çok sevilen tabiriyle bir B planı olmadığını, bu yüzden Chelsea’ye elendiğini söyleyenler olacaktır. Elindeki kadro ile zaten herkesin başarılı olacağını söyleyenler olacaktır. Mourinho gittiği her ülkede başarılı olurken Pep sadece kendi memleketinde başarıya ulaştığı için henüz kendisini test etmediğini söyleyenler olacaktır. Hepsinin biraz haklılık payı olmak ile birlikte Guardiola’yı bu şekilde değerlendirmek çok büyük bir adaletsizlik olacaktır.
Sevgili Football Manager ustaları, hanginiz o her sezon şampiyonluk yaşadığınız oyunlarınızda hiç maçın başında Real Madrid’e karşı deplasmanda geri düştüğünüzde hani o A planı sandığınız 4-3-3 ten 3-4-3 geçip maçı 3-1 kazandınız mı? Bunu ilk 20 dakika tamamen sürklase olduktan sonra Alves’i ileri çekip üç savunmacıya dönerek ve Fabregas’ı en ilerideki oyuncu olarak bırakarak yapmayı değil denemek hiç düşündünüz mü?
Cruyff sezon ortasında bir Hollanda gazetesine verdiği bir röportajda, sürdürülebilir başarının zorluklarından uzun uzun bahsetmişti. Bunun için en önemli faktörlerden birinin, oyuncuların yönetimi ve başarı kazanmış oyuncuların yeni başarılar için motive edilmesi olduğuna değinmişti. Tecrübesiz bir antrenör olarak takımın başına geçen Pep, öncelikle başarıya doymuş ve bir evvelki sezonun problem çocukları olan Deco ve Ronaldinho’yu, sonraki sene de Eto’o’yu takımdan uzaklaştırdı. Xavi ve Iniesta’yi sahanın liderleri olarak belirledikten sonra, Pique, Busquets ve Pedro gibi altyapından gelen yetenekleri cilaladı. Messi’nin insanlığının sorgulandığı düzeni de oturttu. Bence yine de en etkileyicisi, Ibrahimovic’i getirdikten bir sene sonra geldiği hız ile gönderecek dirayeti göstermiş olması. Yerine monte ettiği David Villa ile birlikte altı kupalı sezonu da bu şekilde kazanması sürpriz olmamalı.
Şu anda dönüp bakınca, bu sezon kaybedilen lig ve Şampiyonlar Ligi’nin Pep’iın teslim bayrağını çekmesine sebep olmasına inanılırken aslında bugünün geleceği kendisini yakından takip edenler için aylar öncesinden belliydi. İlk üç sezonunda basın toplantılarında, saha çizgilerinin dışında olanlardan hiç bahsetmeyen Guardiola bu sezon hiç alışmadığımız kadar bu konular hakkında açıklamalar yapmak durumunda kaldı. Bunun belki de en temel sebeplerinden biri, Laporta’dan sonra devralınan maddi enkazı düzeltmek için göreve gelen Rosell ve ekibinin bu güzel ürünü bir pazarlama çarkına sokma çabası de etkili oldu. Formaya alınan reklam, zorunlu Uzakdoğu turları derken sahanın içinde olanlar kulübün yönetiliş şeklinde ikinci planda kalmaya başlıyordu. Bütün mesaisini sahanın içindekini mükemmelleştirmeye adayan Pep için ise bu pek çok zorluk yaratıyordu. Bu yeni düzenin dişlileri zaman içerisinde Guardiola’yı da maalesef yavaş yavaş öğüttü ve beklenen noktaya maalesef ki istenilenden çok önce geldik.
Şimdi her şeyi bir kenara bırakıp, son dört sezondur bize binbir güzellik yaşatan, futbolu niye sevdiğimizi bize her hafta yeniden hatırlatan bu büyük spor düşünürüne ve uygulayıcısına en içten dileklerimizle teşekkür etme zamanıdır. Hem takımıyla hem çevresindekiler ile kurduğu müthiş ilişkilerle, futbola ve insanlığa ilişkin duruşuyla unutulmayacak ve pek çoklarına örnek olacak bir dönem yaşattı bizlere. Teşekkürler Pep! Görüşmek üzere...