Midemizde geceden kalma Ömür Lokantasının kebapları eşliğinde pek rahat uyuyamadığımız bir gecenin ardından tam ki sabahın derin ve huzurlu uykusuna henüz kavuşmuşken, erkenden doktorumuz çıka geldi; Profesör Doktor Oklitus. Dünyanın en iyi anne adayına yaptığı kısa bir incelemeden sonra ‘sezar-yen’ yapmak zorunda olduğunu bir kez daha belirtti. Bugünlerde son derece sakıncalı olduğu ‘keşfedilen’ bu metot, bizim ‘keys’te ana ve bebek sağlığı için gerekli ve şarttı. Çaresi olan konular, beni germez… Hem zaten doğuma giden ben olmadığıma göre telaşlanacak bir şey yok. Önceki gece, evden ilk alınacaklar listesi içinde ‘ilk sırada’ olan video hastaneye ulaştırılmış. Elimde kamera, eşimin “çekme!” demesine aldırmadan, yüzyılın belgeselini hazırlıyorum. Kolay mı? Evleneceği gün barkovizyonda göstereceğim… Eeee çocuğun geleceğine yönelik önemli planlar yapma zamanı… Ne de olsa baba oluyorum…
Saat 10 civarında, oğlumun olduğunu öğrendiğimde, öyle filmlerde olduğu gibi haberi alır almaz aniden ilk önüme gelene sarılıp, öpüp, “oğlum olmuş, oğlum olmuş” diye koridorlarda koşuşturmadım. Tabi ki mutlu oldum, sağlıklı bir bebek, doğumu sağlıkla gerçekleştirilmiş bir anne, tüm sevdiklerim yanımda, bundan büyük bir servet olabilir mi? Bebek? ‘Yılbaşı hindisi’ büyüklüğünde ve ağırlığında. Geçen her dakikada tuhaf bir şekilde velet-i zaata karşı olan ilgim, sevgim, bağlılığım artıyor. Garip bir his. Daha bir dakika önce yoktu şimdi var. Benim çocuğum… Bakıyorum; ayyyyynı ben, yemyeşil-masmavi karışık bir göz rengi, sarı sarı saçlar, çoook tatlı… Her ne kadar bana hiç benzemediğini söyleseler de ben görüyorum, ben biliyorum. Tıpkısının aynısı ben. Yeni doğan ünitesinden camların ardından bakıyoruz, bu işe alışkın hemşirelerin işini bilir hoyrat ellerinde yıkanıyor, gerekli aşıları yapılıyor iki tutam saç taranıyor. Az sonra kucağımda. Aman Allah’ım bu şimdi benim mi? Gelmesini sabırsızlıkla beklediğim yeni oyuncağıma kavuştum mu? Kucağımda iken tedirgin oluyorum, o kadar ufak ki… Minik bir insanoğlu. Doğru tutabildim mi acaba, düşer, müşer neme lazım, kırılır, bozulur. En iyisi yatağına bırakmak. Azcık daha büyüsün. Bakım ve kullanım kılavuzu verirler mi acaba? Annelerin en iyisine götürüyoruz bebeği, gülümsüyor. Odadaki büyük ebeveynler mutluluk içinde, bazı gözler nemli… Bu filmi önümüzdeki uzuuun aylar boyunca binlerce kez seyredeceğimizden habersiz, bebeğin ilk icraatını büyük bir hayranlık ile naklen seyrediyoruz. “Rey del mondo” süt emiyor, altını pisletiyor… Bu küçük modellerin böyle bir defosu var, yukarıdan doldurdun mu aşağıdan çıkartıyorlar…
Sebebi hayatım ile olan mutlu evliliğimizin ilk meyvesinin adını henüz bulamamışız. ‘Brit- mila’ zamanına kadar bir ‘ad’ bulmamız şart. Şimdilik kısaca ‘bebek’ diye hitap ediyoruz haşmet şahaplarına… Bildiğiniz üzere adettendir, büyükbabanın adı konulur bebeğe. Babamın adı Avram İbrahim. Düşünüyorum, hayalimde; bebek gözümü önünde “Avram, Avram” diye sesleniyorum; ilkokulda sıralarda görüyorum hayalimde, Avram diye sesleniyor arkadaşları. Yok beğenmiyorum… Ne biliim? İçime sinmedi Avram olmaz, ya İbrahim? Deniyorum yine hayalimde çağırıyorum… Pek bir yabancı geldi, ısınamadım. Kararımızı veriyoruz. Bizlerin çocukluk dönemlerinde ‘Heidi’ diye bir çizgi filim vardı Çin işi Japon işi… İri gözlü, kocaman kocaman gülen sevimli karakterler vardı. Peter vardı Heidi’nin arkadaşı, sonra ‘Alp’ amca vardı. Heidi ile Peter’e bakan. Çok iyi bir adamdı, güçlüydü, cesaretliydi, bilgiliydi, zorluklarla cesaretle baş ediyordu…
“Ha Alp, ha Faruk. Avram olmadıktan sonra ne önemi var…” demişti babam. Bir süre Alp’in aslında Avram kökenli bir isim olduğunu anlatmaya çalıştıysak da, pek inanarak anlatmamış olacağız ki; bir müddet Faruk diye çağırmıştı kendi ismini taşıyan torununu. Çok sevmişti onu, nedense ilk torunun yeri başka… Nadir gülerdi babam, sevgisini belli etmeyi pek becerememişti bizlere. O zamanların baba modeli biraz da böyle idi... Çocukluk gençlik yaşlarında, dönemin zor günlerinden paylarına düşenleri almışlardı onlar da… Ama onu ‘Alp’ ile hep mutlu gördüm… Kayınpeder ve validem de pek sevdiler aileye katılan bu yeni oyuncağı… Sonuçta, çok ama çok kısa bir süre içinde ‘tüm evren’ onun çevresinde dönmeye başladı. Şaşırdınız değil mi?
Uzun bir süre uykusuz geceler şarkısı eşliğinde Alp’imizin büyümesi ile uğraştık. Evladım, çok düzenli uyumazdı sağ olsun. Her gece bizleri uyandırmayı görev edinmişti. Önceleri “anneeeeee” diye seslenmesi pek bir işime geldiyse de sonradan ‘her nasıl olduysa’ geceleri “babaaa” diye seslenir olmuştu. Eşlerin en iyisi “biricik oğlun seni çağırıyor” diyerek beni uyandırması ve hemen arkasından da dönüp uyumaya başlamasından hafiiif hafiiif şüphelenmedim de değil hani. Ama yapılacak bir şey yok, biricik oğlumun beni çağırdığına göre ‘bana’ ihtiyacı vardı. Ana gibi ‘yar’, baba gibi ‘hıyar’ olmaz” sözünü boşuna söylememişler. Gerçekten çocuklarımızın büyütülmesinde gerçek büyük yük her zaman “annelerin en iyisi “ olan sebebi hayatımda olmuştur.
Artık Alp’imiz büyümüş, iki-üç yaş civarında. Tüm çocuklar gibi anne babasından ayrılma, daha doğrusu ayrı kalamama endişesinin ön plana çıktığı bir dönem. Tiyatroya mı gideceğiz bir akşam? Düğün mü var? Bir arkadaş ziyareti mi? Bu davetleri asla ve de zinhar çaktırmayacaksın. Normal ev kıyafetleri ile hiiiiç acelen yokmuş ve hiiiç bir yere gitmiyormuşuz gibi salonda tembel tembel oturacaksın. Allahtan minik insan modellerinde saat mevhumları yok. Birden manasız ve de zamansız olmasına rağmen; sebebi hayatım, “çok uykum geldi yatalım mı?” teatral repliğin gerektirdiği cevap “oooo zaten uyku saati gelmiş - veledin duyacağı yüksek bir ses ile- haydi herkes yatağa…” Pijamalar giyilir, dişler fırçalanır, televizyon ve ışıklar kapatılır, düğüne gidecek eşimi saçları topuzlu, yüzünde gece makyajı ve dahi üzerinde gecelik tam teşekküllü uyku sahnesi gereği, yatağa girilir. Sonra beklenir, beklenir, bekleniiir… Evin tek hâkimi bir an önce uyusun diye… Hayır, rol yapalım derken gerçekten uyuya kalacağız, ondan çekinmekteyim…
İşte böyle dostlar, onlar büyüyorlar, bizler? Bizler de büyüyoruz…
Sevgiyle kalın…