Postmodern yaşam hepimizi beklentilere boğuyor, sonra da mutsuz ve umutsuz sözde yaşayan bir canlı hücreye dönüştürüyor. Sürekli Godot’yu bekliyoruz. Hiç bir zaman gelmeyecek olan sevgiliyi... www.twitter.com/basyazar
Yaşam hepimiz için sürekli bir şeyleri veya birilerini beklemekle geçiyor. Genç kızlar, babalarından bile daha üstün prenslerini, genç adamlar hayatlarını her anlamda renklendirecek prenseslerini bekliyorlar mütemadiyen. Zengin insan daha da varlıklı bir hayatı, yoksul zenginin dudak büktüğü serveti, çoban yayladan kurtulacağı zamanı, işçi patronlaşacağı günü, memur gelemeyeceğini düşündüğü emekliliğini, öğrenci yaz tatilini, yelkenci sert rüzgârı, futbolcu daha iyi bir transferi, temizlik işçisi kokusuz iş ortamını, filozof mutlak bilgiyi, çaresiz insan ise Tanrı’yı bekliyor.
Hepimiz sürekli bekliyoruz. Beklediklerimizin gerçekleştiğine yakınlaştığımız zaman aslında başka beklentiler içinde yüzdüğümüzü de anlıyoruz ve yeniden beklemeye başlıyoruz. Hayatın bilinmezliği sarmalında sözde anlamlı beklentilere giriyor, sürekli dileklerimizin gerçekleşmesini bekliyor ve umuyoruz. Zira hayat bize tatminsizliği sunuyor umarsızca.
Hepimiz aslında o ünlü Godot’yu bekliyoruz. Samuel Beckett’in Godot’sunu arıyoruz beyhude bir çabayla.
Beckett’in, ‘Godot’yu Beklerken’ eserinde, bir akşam iki adam, Vladimir ve Estragon, bir yolun kenarında, Godot adlı birini beklerken konuşurlar ve tartışırlar. Çok geçmeden bir ipe bağlı kölesini sürükleyen bir adam yanlarından geçer. Köle bir dans sonra da tuhaf bir doğaçlama yapar. Sonra, Godot’un gecikeceğini ama sonraki gün geleceğini adamlara söyleyen bir çocuk ortaya çıkar. Vladimir ve Estragon sonraki akşam geri gelirler ve köle sahibi ile tekrar karşılaşırlar; bu kez sebebi açıklanmayacak şekilde kördür, hafızasını da yitirmiştir. Sonraları aynı çocuk gelir ve Godot’un gelmeyeceğini belirtir. O da ikisini hatırlamaz. İki adam da ayrılmaktan ve eve gitmekten söz ederler ama perde kapanırken beklemeye devam ediyorlardır...
Godot hiç bir zaman gelmeyecektir. Zira, Godot belki de gelmeyecek olanın adıdır aslında.
Godot’yu bekleyenler anlamsız ve ne amaçla yaşandığı bilinmeyen hayatlarına bir anlam katmak için beklenti içine giriyorlar. Hepimiz gibi. Zira hayat yani varoluş, hele hele postmodern yaşam hepimizi boğuyor, hepimizi mutsuz, umutsuz sözde yaşayan canlı bir hücreye dönüştürüyor. Heyhat, hayat Camus’nun “saçma"sı, Sartre’ın “bulantısı” gibi aslında. Beynimizde kristalleşme olduğu zaman saçma’yı kavrayıp bulantı içine giriyoruz. Kafka’nın ‘Dava’sında olduğu gibi hayat size neden ‘suçlu’ olduğunuzu bile anlatamadan geçip gidiyor. Lakin siz yine de hep bir şeyleri bekliyorsunuz. Nihai mutluluk, nihai ‘kurtuluş’ adına. Oysaki, öyle bir mutlu son yok hayatlarımızda. Zira mutluluğun bile sınırları çizilmemişken, biz habire hayali sınırlara ulaşmak ve orada durmak adına Godot’yu bekliyoruz.
Kim bilir belki Godot, Tanrı’nın kendisidir. Ve O, sizi seyrederek sınamaktadır aslında.
Veya Godot Tanrı değildir.
Bilmediğiniz, ulaşamadığınız ama hep merak ettiğiniz bir hiçliktir veya bir sevgilidir, belki Godot’nun kendisi...
O halde, geriye tek çözüm kalıyor.
Beklemeyi terk edip, özgürlüğünüzü ilan etmek.
Beklemenin ölümcül esaretinden kurtulup, iradenizi belki de ilk kez anlamlı kullanıp yeni ufuklara yol almaya karar vermek.
Zira Godot’nun gelmeyeceği anlaşıldı.
Hayat ise geçip gidiyor.
O, sizi hiç bekliyor mu?
Siz de beklemeyin.